Kadının Asaleti

Zihinsel algısı iktidara odaklanmış erkek, topluma egemen olmadan önce hayat güzeldi. Dinlerin, felsefe ve ideolojilerin vaat ettiği cennet veya toplumsal ütopyalar o güzel hayattan feyz alıyorlardı. Demek ki analar özgürlüğü ve eşitliği daha o dönemde gerçekleştirmişlerdi. Sonra, direnen kadının dediği gibi: “Demek ki Tanrı fazla öfkelenmişti bana. Bu kız bu kadar başına buyruk olmamalı hayattan bu kadar keyif almamalı dedi herhalde. (s. 135 Tencerenin Dibi)

Konuşan kişi, Dilber: “Tencerenin Dibi” adlı Gulazer Akın’ın yazdığı romanın kahramanı. Gözünü yitirdikten sonra toplumdaki konumu da değişen Dilber vefalı, azimli bir ana; mücadeleci bir kadın, kendisinden başka tutunacak dalı olmayan, yılmayan bir yaşam savaşçısı. “Hayatın önüne koyduğu barikatları hep tek başına aşan,” pes etmeden çıkışını arayan ruhu, devrimcilerin mücadeleci ruhuna ne çok benziyor. Dilber’in cesareti, sadakati ve arayışı saygıyla anılmaya değer. O asaletiyle yücelirken, karşısındaki erkek sefaletiyle cüceleşiyor.

İnanna’nın çalınan yasalarından sonra kadının serüveni neyse, Dilber’in gözünü yitirdikten sonra yaşadıkları da ona benziyor. Egemen erkeğin koyduğu “evrensel yasa” en ücra köşelere kadar sızıyor. Kadını, sistemine sadece sömürmek için kabul eden bu yapılanma tüm kadınlara bir iyilik, bir kaçınılmaz kader olarak sunuluyor. Bu yasçı sadece bir uzvunu yitiren kadını değil elbet, pençesine tüm kadınları alıyor; ama herhangi bir uzvunu yitirmiş olanları daha bir hoyratça sarmalıyor. Göz, bir kadının güzelliğidir. İradesi, benliği, kişisel özgürlüğüdür. Bir erkek için bu kadar anlam ifade etmeyebilir. (Yamuk “yumuk da olsa erkek erkekti işte” s.104) Fakat bir gözünü yitiren kadın için yitirmenin anlamı boyutlanıyor. Zaten kaybetme zeminde yürüyen kadın, bir de gözünü yitirmişse, kaybetme hayatın tüm alanlarına sızarak, kanser yayılımına dönüşüyor.

Tutsak yazar Gülazer Akın

Tutsak yazar Gülazer Akın

Gulazer, karanlık hücresinden çıkıp hayatın karmaşasına dalarak capcanlı bir roman yazmış. Tenhalarda yitip giderken esas köklerimizi oluşturan, sesini duyuramayan sayısız kadının mikro tarihini, ara sokakların karanlıklarına projektör tutarak gösteriyor bize. Bazı küçük olaylar, kimi ayrıntılar öyle yoğun şeyler anlatıyor ki, durup durup anlamak, anlamlandırmak kalıyor okura. Hayatın kılcal damarlarına tıkatan kum taneleri tek tek çıkarıp gözlerimizin önüne sererek onları silinmez bir patika gibi örüyor belleğimize. “Tencerenin Dibi” tüm detayları ile tasvir edilmiş savaş sahnelerinin bıraktığı etki gibi. Erkek şiddeti yaşamın her ayrıntısına öyle nüfüz etmiş ki, bunu ancak edebiyat görünür kılabilir. Sistemin erkeği, her yerde aynı erkek olarak çıkıyor karşımıza. Sayısız maskeyle gizlenmeye çalışsa da soğukluğu hemen hissediliyor. İnsanı çıldırtacak denli bir zülüm cenderesi. Kadının karşısında kimse ona bir şey demeden, şifrelenmiş gibi, kendiliğinden harekete geçip, durmadan vazife çıkararak oynuyor rolünü.

Diyalektiğin ters döndüğü zamanlarda oluyor bazen. Nihayetinde eril zihniyet bir zavallılar çilesidir ve neyi nasıl yaptığını anlamdıramıyor. Erkek bu, devlet aklının mikro biçimi, mekanik işleyen haliyle alabildiğine güdüktür. Akıl, zekâ denen muhteşem olgu işlemiyor ve anlamıyor. Kadını sevmeyi, anlamayı bırakalım, yaptıklarının ne tür bir sürüngenlik olduğunun dahi idrakında değil. İç görüşü bu kadar kör. Üstelik gören gözleri de kör sanıyor. İnsan nasıl ki, yarattığı “soyut”lara kul oluyorsa, zihni algısı saptırılmış erkek de kölesinin kölesi oluyor. Hoyratça sömürdüğü kölesinin her şeyini gasp ediyor; gücü yetmeyince de kümese dadanan tilkinin kibarlığını takınıp sadaka isteyen bir dilenciyi oynamaktan çekinmiyor.

Fazlalıklarından arındırılmış, edebi tat veren bir konuşma diliyle yazılmış romanda Dilber’le bir yolculukta gibiyiz. O konuşuyor; bazen hüzünle, bazen inceden alay ederek, ağlayarak, cesaret ve samimiyetle, bazen filozofça tebessüm edip gururlanarak, en ağır bedeli öderken bile tatlı bir sitemle; ama çıkışını bulmuş bir rahatlıkla: “Bu kadar çektim ama mücadele ederek umutlarımı da gerçekleştirdim” der gibi. Bu biraz da Kürt özgürlük mücadelesinin özeti, hatta tüm kadın tarihinin dramatik bir alegorisi bence. Dilber konuşuyor. Gulazer anlatıyor. Çıkarsama olanağı zengin bir metin.

Dilberin mücadele ettiği eril sistemin zihinsel inşasının bir ürünü olan Cemil ve ona benzeyen erkek tipi, kadına bırakalım soluk aldırmayı, ona hayatın tüm gözeneklerini kapatmıştır. Bu sistemde kadının aldığı nefesin bile bir bedeli vardır. “Tencerenin Dibi”, devletli toplumun zihinsel inşasını gerçekleştirerek topluma saldığı erkek tipine -kaçacağı yer bırakmadan- ısrarla tutulmuş bir ayna; nereye baksa çirkin suratını görmeye mecbur bir metin. Kutsalını pervasızca çiğneyen erdem sefili zavallı erkeğin görünür kılınmış hali; kadının yaşam mücadelesinden asalakça beslenen zorba erkeğin özeleştiridir. Ve Dilber anlatırken, esasta kadın, “narkoz vermeden karaciğerini alıyor” erkeğin. Ve daha pek çok anlam. Yeter ki, zihnin esnek prizması işlesin.

Kitabın öteki adı “Çöp Tenekesinin Dibi” neden olmasın! Çünkü Dilber’in mücadele ettiği erkek tipi olan Cemil ve etrafındakilerin çoğu –Ahmet Amca hariç- vicdansız, zorba, gaspçı; abartılı ama kof, cahil ama ukala, kendisini yüce gösteren ama esasta cüce: ve lağım çukurunda sürünenlerin toplamının, çöp tenekesinin dibini sıyırmakla eş anlamlı. Erkek, asaletten kopup zavallılaştı mı böyle dibe vuruyor. Ve her ne kadar da bir kat daha iniyor. Yüzsüzleşiyor. Battıkça batıyor. Dip vurgunu yiyiyor. Çöküyor. Alçalıyor. Pes bu kadarına!

Dilber… Anamız, kardeşimiz, teyzemiz, ninemiz, komşumuz, yoldaşımız, herhangi bir kadın… Onun serüveninden öğreneceğimiz biricik şey: bir kadın, hatta bir erkek olarak, eril zihniyetin hakim olduğu bir sistemden –özgürlük için mücadele edenler de devletten- asla bir şey beklememeli.

Özgürlüğümüz ellerimizdedir!

Murat Türk

2 Nolu F tipi Cezaevi A-30 Kırklar Buca/İzmir

Kaynak: Arasöz Dergisi, www.arasoz.org

Fotoğraf: Cansu Yıldıran