Güneşe Asılan Mahpuslar

" Hücre yaşamının olmazsa olmazı yarım saatlik sabah voltası ardından başlayan ve 12:00’ye kadar süren ‘sessizlik saati’ içinde yapacağı işleri gözden geçiren Tekin, José Saramago’nun Körlük ve Görmek isimli romanları hakkında yapmayı planladığı inceleme yazısı için aldığı notları tasnif etmeye başladığı anda nal seslerini andıran gürültüyle irkildi. Tekin’den önce hareketlenen Tufan: “Eyvah! Havalandırmayı atlı gardiyanlar bastı. Bir bu eksikti!” diyerek kahkahayı basınca durum anlaşıldı. Tabanı takunya gibi sert ve her adımda hücre duvarları arasında çın çın öten, giyme dedikçe kıymete binen terliği ayağına geçiren Talat, rahvan atlar gibi şaha kalkmıştı! Yoğunlaşması darmadağın olan Tekin, kızsa mı yoksa kahkahalarla gülse mi ikilemi içinde on altı basamaklı merdiveni usulca indi, derin bir nefes alarak soluğunu yavaş yavaş bıraktı ve zorlanarak da olsa ciddi bir yüz ifadesi takınarak havalandırmaya çıktı."

Resul KOCATÜRK

F Tipi Hapishane B-8

Hacılar/KIRIKKALE

GÜNEŞE ASILAN MAHPUSLAR

Ne kadar havalandırılsa da vıcık vıcık neminden bir dirhem olsun eksilmeyen hücrenin iliklerine işleyen havasına uyanan Tekin, pencereyi aralayıp oksijensiz kalmış balık telaşıyla astımlı ciğerlerini şişirmeye başladı. Don-gömlek on altı basamaklı merdiveni göz açıp kapayıncaya kadar inen Talat, lavaboya kendisini zor attı ve yıllardır performansından bir şey kaybetmediğini gösterdi! Tufan ise, oflayıp puflayarak varis çorabını sağ bacağına geçirmeye çalıştığı rutin günlerden biri daha böylece başlamış oldu.

Asmalısından göbeklisine, sürmelisinden bilmem nesine değin çeşit çeşit kilidi açarak menteşeleri paslı kapıyı gıcırtıyla aralayan ve tebessümlü bir ifadeyle: “Günaydın!” diyen uzun boylu, ablak yüzlü yirmili yaşlarını süren çakır gardiyana, sitemli bir gülümsemeyle:

“Günaydın günaydın olmasına ya, yarım saat geciktiniz yine. Akşam kapatırken de böyle yavaş olsanız anlarım, ama hiç öyle olmuyor. Üzerimize kilit vururken tavşan gibi hızlıyken, nedense açarken kaplumbağa kadar yavaşsınız” dedi, Tekin.

“Bana kalsa hiç kapatmam Tekin, ama sen de biliyorsun bizden kaynaklı bir durum değil.”

“Öyle diyorsan öyle olsun. Hadi kolay gelsin size.” dedi ve kendisini havalandırmaya attı!

Hücre yaşamının olmazsa olmazı yarım saatlik sabah voltası ardından başlayan ve 12:00’ye kadar süren ‘sessizlik saati’ içinde yapacağı işleri gözden geçiren Tekin, José Saramago’nun Körlük ve Görmek isimli romanları hakkında yapmayı planladığı inceleme yazısı için aldığı notları tasnif etmeye başladığı anda nal seslerini andıran gürültüyle irkildi. Tekin’den önce hareketlenen Tufan: “Eyvah! Havalandırmayı atlı gardiyanlar bastı. Bir bu eksikti!” diyerek kahkahayı basınca durum anlaşıldı.

Tabanı takunya gibi sert ve her adımda hücre duvarları arasında çın çın öten, giyme dedikçe kıymete binen terliği ayağına geçiren Talat, rahvan atlar gibi şaha kalkmıştı! Yoğunlaşması darmadağın olan Tekin, kızsa mı yoksa kahkahalarla gülse mi ikilemi içinde on altı basamaklı merdiveni usulca indi, derin bir nefes alarak soluğunu yavaş yavaş bıraktı ve zorlanarak da olsa ciddi bir yüz ifadesi takınarak havalandırmaya çıktı:

“Hayrola usta. Şahlanmışsın yine!”

“Benimle maytap geçme Tekin. Ne şahlanması! Şurada kendi halime düşünüyorum. Ne var bunda?!”

“Kendi haline mi düşünüyorsun? Yapma be usta. Böyle düşünme mi olur Allah Aşkına! Biliyorsun ki sessizlik saati ve biz de çalışıyoruz.”

“Çalışın helbet. Ben de sizi rahatsız etmemek için havalandırmaya çıktım.”

“Demek rahatsız etmemek için çıktın?! Seni anlamak kolay değil gerçekten. Bunca senedir anlayamadım, bundan sonra da zor artık!”

Yayvan yüz hatları bir anda katılaşan ve dudakları titremeye başlayan Talat, sert bir U dönüşü yaptı, sorgulayan bir ifadeyle gözlerini Tekin’e dikti:

“Ne demek istiyorsun Tekin arkadaş? Ben anlaşılmaz, ne idiği belirsiz bir insan mıyım? Ne var anlaşılmayacak! ‘Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır’ demişler. Senin gibi düşünmek zorunda mıyım? Ben de böyle düşünüyorum var mı ötesi?!”

“Orada dur usta! Konuyu bağlamından kopardın yine. Burada tek başına yaşamadığının ayırdına var yeter. Gerçekten sen burada bu şekilde yürürken bırak çalışmayı, içeride durulmuyor bile.”

“Tamam, uzatmaya gerek yok. Dikkat ederim.”

“İyi olur.” dedi Tekin ve dönüp içeriye girecekken merakına yenik düştü. O sırada Tufan da dışarı çıkmıştı.

“Sahi böyle ne düşünüyorsun ben de merak ettim. Sakıncası yoksa…” dediği anda sese dönen ve cevap verip vermemek arasında kararsızlık yaşayan Talat;  yüzünü ekşitti:

“Sakıncası yok, yok olmasına da Tekin arkadaş çalışıyormuş!” dedi.

“Sen at koşturmadan önceydi o.” dedi Tekin, keyifle gülerek.

“Ben ne yaptım ki şimdi Tekin?! Bahanen hazır bakıyorum da!”

“Neyse usta. Sen anlaşılan yine bildiğin yerden okuyacaksın. Boş ver şimdi oraya takılmayalım. Ne düşündüğünü söyleyecektin!” Tekin’in sözlerinden rahatsız olduğunu belli eden Talat, saniyede birkaç kez inip kalkan kirpiklerinin arasından bir an Tufan’a baktı ve tekrar Tekin’e döndü:

“Ne düşünecem! Geçenlerde semaver tostu yapacağını söylemiştin, ama yapmadın. Benim de kafama takıldı. Semaverde tost nasıl yapılabilir? Susuz çalışırsa rezidansı patlar, dibi yanar. Kaç gündür beynimde dönüp duruyor. Rüyama bile girdi. Tam çözmek üzereydim, gelip sabote ettin.” dedi, duvarlarda yankılanan bas sesiyle.

Talat’ın bir altmış beşlik boyundan birkaç misli daha büyük olan ve öfkelendiği anlarda katlanan bas sesinden oldum olası irkilen ve hayretler içinde kalan Tekin, ellerini gayri ihtiyari olarak kulaklarına götürdü, sıkıntılı bir gülümsemeyle:

“Hele bir sakin ol usta. Komşularımız yanlış anlayacak. Tavrın hiç hoş değil. Niye bağırarak konuşuyorsun anlamak zor! Basit bir konuda bu denli meşgul olmana şaşırdım diyeceğim ya, neyse! Sorsan söylerdim.”

Talat, yüzünü buruşturarak anlamsızca başını sağa sola salladı. Hemen sonra da havalandırma duvarlarında birkaç takırtı yankılandı. Tekin ile Tufan’ın şaşkın bakışları altında rap diye durdu ve dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi:

“N’oldu Tekin arkadaş! Çözemeyeceğimi sanıyordun değil mi?! Ben de bir şey sanmıştım sır gibi sakladığın şeyi.” Bir anda buz kesen Tekin: “Ne saklaması, ne sırrı!” diyecek olsa da Talat’ın duyması mümkün değildi.

Son bir yıl içinde iyice aklaşan seyrek top sakallı sivri çenesi tulumba misali çalışmaya başlamıştı bir kere!

“Sırrını çözdüm Tekin. Demiştim sana, ama bu kadar da basit olduğunu düşünmemiştim doğrusu.” dedi ve yedi ay sonra güneşe dokunabilmek için sandalyenin üzerinde cambazlık yapan Tufan’a döndü:

“Görüyorsun değil mi? Bizden gizlediği sırrını ortaya çıkardım diye sus pus oldu Tekin arkadaş.”

“Her bijî sana! Mahvettin beni gerçekten. Neymiş ortaya çıkardığın sırrım, söyle de öğrenelim bari!”

“Çok basit. Semaverde suyu kaynatıyorsun. Ondan sonra suyu tencereye…”

“Tamam, tamam çözmüşsün işi! Gerisini anlatmana gerek yok.” dedi, dudaklarının üzerine sere serpe dökülen kırçıl bıyıkları altında hınzırca bir gülümseme beliren Tekin ve bileklerine kadar güneşe gömülen ellerini ısıtıp ısıtıp yüzünü avuçlarken, “Hücremize hoş geldin güneş yoldaş!” diyen Tufan’a döndü:

“Görüyorsun değil mi? Hiçbir şey kaçmıyor Talat ustadan! Sen ne dersin bu işe?!”

“Ne alakası var Talat, su ile tostun!! Tost dediğin sulu bir şey değildir ve semaverin içinde yapılır! Sanırım sen yanlış yerden dalmışsın işin içine. Bu düşünme tarzıyla da doğru bir sonuca ulaşamıyorsun gibime geliyor.”

“Ne demek istiyorsun Tufan arkadaş. Düşünmeyi bilmediğimi mi ima ediyorsun?!”

“Bunu da nereden çıkardın şimdi? Öyle bir şey demiyorum. Yanlış bir noktadan konuyu ele almış olduğunu söylüyorum. Şöyle ki, normal şartlar altında tostun nasıl yapıldığını az çok biliyor olmalıyız ki yalnızca semaverin bulunduğu anormal koşullarımız üzerinden düşünerek yaratıcılığımızı konuşturabilelim” dedi, sandalyeden inerek küçük adımlarla volta atmaya başlayan Tufan.

Tufan’ın sandalyeden indiğini gören Tekin’in dikkati dağıldı ve bir an evvel sandalyeye çıkma isteğiyle doldu. Aylar önce havalandırma duvarını usul usul tırmanarak mahpusları terk eden güneş, baharın ilk günleriyle birlikte tekrar yüzünü göstermişti ve sabırsızlıkla duvardan aşağıya süzülmesini beklemeye başlamışlardı. Yılların tecrübesi ve gözlemleri sonucunda Newroz’dan önce dokunabildikleri yere kadar inmeliydi, ama o kadar da sabırlı değillerdi! Bir an önce dokunmak, sıcaklığını hissetmek istiyorlardı. Tekin’in bir hafta önce plastik sandalyeyi masanın üzerine yerleştirerek oradan güneşe asılıp aşağıya çekme sevdası, Tufan’ın çevikliği sayesinde trajik bir sonucun ortaya çıkmasını engellemişti. O günden sonra güneş ilginç bir şekilde bulutların ardına kaçmış ve inatla gizlenip durmuştu!

Sandalyeye çıkan ve hasretle güneşi avuçlayıp yüzüne süren Tekin, yüz kaslarının tümünü harekete geçiren mutlu bir gülümsemeyle: Tufan doğru söylüyor bence.” dedi. O sırada önünden geçen ve ani bir hareketle duran Talat, istemsizce bir yüz hareketi yaptı:

“Normal tost yapmakla bunun ne alâkası var Tekin arkadaş. Mesele semaverde yapmak değil mi?”

“Kesinlikle öyle, ama tostun nasıl yapıldığını bilmeden farklı koşullar altında yeniden üretebilmek olası mı sence?”

“Tamam, da biz normal tost yapmaktan…” dedi Talat ve kıp diye sustu, iki eliyle alnını avuçlayıp gözlerini karşı duvara dikti.

“Anlaşılmayacak ne var Allah aşkına. Kitap okuyabilmek için okumayı bilmek gerekir nokta!” dedi Tufan, traşlı kumral yüzündeki elmacık kemiklerini daha belirginleştiren keyifli bir kahkaha attı. O sırada dudaklarını kemirmeye başlayan Talat’ı fark eden Tekin, ağzını açmasına fırsat vermedi:

“Usta sen dışarıdayken hiç tost yaptın mı? Daha doğrusu nasıl yapıldığına ilişkin bilgin var mı?” Gözlerini Tekin’e diken Talat, somurtkan bir ifadeyle:

“Tabi ki var. Ben üç ay pastanede çalıştım ve orada tost makinesi de vardı.” dedi.

“Eee!”

“Eeesi hem de çok iyi biliyorum. İstersen anlatabilirim nasıl yapıldığını, ama normal tost yapmakla bunun ne alâkası var hâlâ anlamış değilim.”

“Çok alâkası var! Biraz önce Tufan’ın da belirttiği gibi yeniden üretebilmek için az da olsa bilmek gerekir. Yalnız önemli olan bilmekten neyi kastettiğimizdir ve o bilgiyi imkansızlıklar içinde nasıl maddi bir üretime dönüştürebileceğimizdir.”

“Aynen öyle! Tekin doğru söylüyor. Dışarıda olsak canımız tost istediğinde en yakın tostçunun yolunu tutarız ya da makine edikmişsek şipşak yapar mideye indiririz! Ama sadece su ısıtmaya yarayan semaverin olduğu bir ortamda tost yapabilme düşüncesine ulaşabilmişsek, kesinlikle bu yaratıcı bir yeniden üretim demektir.”

“Doğru, dediklerine katılıyorum Tufan, ama bilmek dediğimiz şey çok göreceli gibi geliyor bana. Mesela Talat tost yapmayı pratik olarak da biliyormuş. Bense dışarıda böylesi bir pratik yaşamadım, ama teorik bilgisine sahibim. Bu da bana üzerinde düşünerek mevcut koşullarda tostun nasıl yapılabileceği keşfinin alt yapısını sağlıyor. O zaman, bilgisine sahip olunan şeyleri imkansızlıklar içerisinde de olunsa bir şekilde yeniden üretebilmek mümkündür diyebiliriz. Bu durumda bilmek edimini yapmanın bir zorunluluğu olarak tarif edebilir miyiz diye düşünüyorum. Mesela, üçümüz de otuz seneye yakındır kilit altındayız ve devasa bir gelişim trendi izleyen bilişim ve iletişim teknolojisinin pratik boyutuna yabancı durumdayız.”

“Ne yabancısı Tekin arkadaş. Teknoloji özürlüyüz desene şuna” dedi Talat ve gergin yüz hatları bir anda gevşedi, abartılı bir kahkaha koy verdi. Talat’ın kahkahasına nispet yaparcasına, hemen yan taraflarında bulunan otuz metre yüksekliğindeki altıgen gözetleme kulesinin çatısına doluşan kalabalık bir sığırcık orkestrası bahar konçertosuna başladı! Yüzlerce minik ayağın çatı sacında yankılanan melodisine eşlik eden kocaman bir koronun yaygaracı şakıması havalandırma boşluğuna bahar coşkusu doldurdu.
“Görüyorsunuz değil mi? Kuşlar olmasa baharın gelişinden dahi haberimiz olmayacak!”

“Aynen öyle Tufan. Birkaç gündür davranışlarındaki değişiklikleri fark ediyordum şirin yoldaşların, ama bugün bir başkalar. Belli ki doğa ciddi ciddi uyanmaya başladı. Bize de, ‘Bahar yaşamı yeniden üretmektir. Silkinip kendinizi yenileyin, duvarları hükümsüz kılın’ mesajı veriyorlar sanki.” dedi, solgun yüzünde bahar çiçekleri açan bir gülümseme beliren Tekin. Tam o sırada kulede başlayan hareketlenmeden ürken ‘müjdeci koro’ havalandı ve kocaman koro, bir bulut halinde üzerlerinden geçip gitti.

Güneşin sıcaklığının parmak uçlarından girerek bütün bedenine nüfuz edişini hücre hücre hisseden Tekin’in, kuşların ardı sıra kanatlanıp uçmak istercesine yaşadığı coşku, Talat’ın havalandırma boşluğunda yankılanan takırtısıyla hüsrana uğradı:

“Yahu arkadaşım, senin başka giyecek bir şeyin yok mu?”

“Var n’olmuş?!”

“Ne demek n’olmuş usta! Şu ayağındakilerden kurtulsak artık diyorum.”

“Sen de taktın ha benim ayağıma! Şurda usul usul yürüyorum. Abartıyorsun bence Tekin arkadaş. Ses karşı hassasiyet başlamış sende, nokta!” dedi, omuz silkerek üstten bir bakış attı. Kaşları bir anda çatılan ve dik dik bakmaya başlayan Tekin, sıkıntıyla iç çekti: “Haddini…” dediği anda tatsız bir boyut alma potansiyeli olan öfkenin arasına giren Tufan: “Sen ne diyorsun Talat. Az önce dikkat edeceğini söylemedin mi de şimdi ileri geri laflar ediyorsun?!”

“Ben ne yaptım ki şimdi?!” dedi şaşırmış bir ifade takınan Talat.

“Sen ne yaptığını biliyorsun! Bizi yorma. Eleştirileri, önerileri dikkate alsan iyi olur. Yoksa sabotaja kurban gidebilir kıymetli takunyaların ona göre!” dedi ve hınzırca bir gülümsemeyle Tekin’e döndü.

“Sığırcıkların yaygarasından önce teknolojik gelişmelere yabancılığımızdan söz ediyordun. Önemli bir konu. Madem takunyalı sığırcıklar çalışmalarımızı sabote etti, bu konularda sohbet edebiliriz bence.” O sırada halen, “Ben ne yaptım ki.” modunda olan Talat’ın yüzünün ekşimesini fark eden Tufan: “Tamam Talat, uzatma. Sen bir şey yapmadın. Ne yaptıysa sığırcıklar yaptı.” dedi.

“Aynen öyle!” dedi Tekin gülüşmeler arasında gergin havanın parçalanmasını fırsat bilerek konuya girdi.
“Diyeceğim o ki, teknolojik gelişmelerden mahrumiyetimiz öyle böyle değil gerçekten. Bu konuda doksanlı yılların başlarına çakılıp kalmış durumdayız. Tabi teorik boyutuyla bildiğimiz bir hayli şey de yok değil. Mesela yapay zeka hakkındaki son tartışmalara ve gelişmelere ilişkin birçok şey söyleyebilirim, ama ne var ki bilgisayar, internet vs. bir yana, üç-beş yaşındaki çocukların dahi altından girip üstünden çıktıkları söylenen cep telefonunu kullanmayı bilmiyorum! Bu durumda bilmek edimini nereye koyacağız?”
“Bir yere koymak gerekmiyor bence. Teorik bilgisine sahipsek uygun koşullar oluştuğunda pratik bilmeye de ulaşabiliriz. Ama sanki bizim koşullarımızda teorik bilmenin yakıcılığı bambaşka gibi geliyor bana. Özellikle de yazınsal üretim boyutunda tabi. Mesela, birkaç gün önce Talat, yazdığı son şiiri okuyup değerlendirmemi istemişti. Okudum ve şiirde yer alan yakamoz imgesi dikkatimi çekti. Yanlış kullandığını düşündüm ve ‘hiç yakamoz gördün mü?’ dedim. Gerisini sen getir Talat.”
“Bak Tufan arkadaş, o zaman da söyledim. Görmedim doğru, ama yakamozun ayın sudaki yansıması olduğunu herkes bilir.”
“Yok usta! Ben öyle düşünmüyorum. Aysız gecelerde ve akşamın alaca karanlığında yakamoz izlediğimi anımsıyorum. Hatta ilkokul yıllarında elimize uzun bir sırık alır, kayıklara tırmanırdık ve suyu hafif şekilde dalgalandırarak yakamoz oluşturmaya çalışırdık.” dedi Tekin, o günleri anımsamış olmanın hoşnut bir gülümsemesiyle.
“Ben de birçok defa aysız gecelerde yakamoz oluşumları gördüğümü anımsıyorum. Dolayısıyla, “Ay suda yakamozlar olmuş parıldıyordu.” dediğinde imgeyi yanlış kullanmış olursun. Eğer senin dediğin gibi olsa, özellikle de dolunaylı gecelerde bütün sular parıldar, geceyi gündüz eylerdi. Yakamoz, daha çok suyun yüzeyindeki balıkların kımıldaşmaları sonucu oluşuyor, ama bu etki uygun esen rüzgarla da oluşuyor bildiğim kadarıyla.”
Bir hayli huzursuz olan Talat, iki adım geriledi ve kaşlarını çattı, “düşünmem lazım” diyerek rahvana kalktı! Birkaç adım sonra aniden durdu, kafasını sağa yatırarak gözlerini kıstı:
“Olur mu öyle şey Tufan arkadaş. İlle de görmüş olmam mı gerekiyor?! Asıl siz bilmiyorsunuz ya da yanlış hatırlıyorsunuz. Yakamoz, ayın sudaki yansımasıdır, nokta. Ben bunu bilir bunu söylerim!”
Talat’ın şekilden şekile giren davranışları karşısında şaşıran Tufan, yıllara meydan okurcasına yanlarından dökülen, ama alnının iki parmak üzerinde kalan kırlaşmış bir tutam saçını çekiştirerek sözcükler aramaya koyuldu:
“Bunu da nereden çıkardın Talat yoldaş! Elbette görmüş olman gerekmez. Ancak bu gibi doğa olayları gözlemlenmiş, deneyimlenip yazılmış-çizilmiş ve tanımlanmış. Dolayısıyla az bir araştırmayla da bilgi sahibi olunacak şeyler.” Bunu duyan Tekin, kendi kendine ‘Tabi ya!’ dedi ve hızlıca içeriye girdi, elinde TDK sözlüğü ile geri döndü.
“Yakamoz: Denizde balıkların veya küreklerin kımıldanışıyla oluşan parıltıdır.” diyor, kalın kitap! Buna ne diyeceksin peki?”
“Diyecek bir şey yok. Basbayağı yanlış. Ay ışığı olmadan su parıldamaz, nokta!” Talat’ın inadı karşısında daralan ve soluksuz kalan Tekin’in yumuşak yüz hatları gerildi. Sakinliğini korumaya çalışarak bir süre yüzünü avuçlayıp okşadı ve dudaklarında beliren solgun gülümsemeyle: “Pes doğrusu usta! Bu nasıl bir özgüvendir böyle anlaşılır gibi değil. Hiç anlamaya çalışmıyorsun. Neyse! Konu ‘yakamoz’un ne olup olmadığı değil. Buna dair daha sonra sohbet ederiz istersen. Şimdi, içinde bulunduğumuz koşullarda kendimizi yeniden üretmekte bilmenin-bilginin nasıl bir öneme sahip olduğunu somutlamaya çalışalım bence.”
“Eğer bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak gibi bir anlayışa sahip değilsek bulunduğumuz çöl ortamında kişinin kendisini yeniden üretebilmesinde öğrenmenin, bilmenin önemi çok hayatidir.”
“Anlamadım sanma Tufan arkadaş,” dedi araya girmek için sabırsızlanıp duran Talat ve an itibariyle havalandırma duvarlarında patlayan kahkahalar, bir avuç göğün ufkunda yankılanarak uzun bir yolculuğa koyuldu!
“Gülün gülün, son gülen iyi güler! Söylediklerin kesinlikle doğru değil Tufan arkadaş. Değil çünkü bunun içerisi dışarısı yoktur bence.”
“Nasıl yani?”
“Nasıl olacak, üretmek isteyen içeride de dışarıda da üretir de ondan!”
“Üretmeyi isteğe bağlı bir edim olarak ele almayı doğru bulmuyorum açıkçası. Mesela, yazınsal üretim edinilmiş bilgilerin işlenmesidir bana göre. Buna, yazınsal boyutta yeniden üretim de diyebiliriz.”
“Tamam, Tekin arkadaş, iyi diyorsun da istek olmayınca o bilgi işlenebilir mi sence?”
“Haklısın! Kişinin bilgiyi işlemek isteği bir yere kadar önemlidir Talat, ama son kertede de edindiği bilgiyi işleme becerisi de bilgiden geçer. O beceriyi edinme bilgisi diyebiliriz buna da.”
“Tamam, işte, benim dediğime geldin sonunda. Bir şeyi üretebilmek için istek olmayınca çok ya da az bilmenin bir önemi yok.”
“Ne kadar istersen iste. Üretmenin bilgisine sahip değilsen üretemezsin. Hatta bilgi de yetmez. O beceriye de sahip olunmalı. Mesela, şiir yazma bilgisine genel olarak sahip olabiliriz, ama o bilgiyle birlikte eğer yoğun bir emekle şiir yazma becerisini edinemezsek, en fazla şiirimsi bir şeyler…” dediği anda araya giren Talat: “Ne yani, ben şiirimsi şeyler mi yazıyorum. Onu mu demek istiyorsun?!” dedi.
“Yapma be usta! Ne alâkası var. Nasıl beceriyorsun her şeyi kendinle bağdaştırmayı anlamıyorum gerçekten. Madem işkillendin, şiirine dair düşüncemi belirteyim de bil o zaman. Evet, şiirimsi şeyler de yok değil yazdıklarında, ama genel olarak fena yazmadığını düşünüyorum. Yalnız biraz daha özenli ve eleştiriye açık…” dediği anda, elleri ağzında sessiz kahkahalar atmaya başlayan ve kumral yüzü morumsu bir renk alan Tufan, daha fazla dayanamadı:
“Nasıl yani?! Şimdi Talat’ın özensiz olduğunu ve eleştiriye gelmediğini mi ima ediyorsun!” demesiyle ortalık yıkıldı! Gülüşmeler arasında sesini duyurmaya çalışan Tufan: “Hele bir durun arkadaşlar. Konuyu resmen bağlamından kopardınız. Ben Tekin’in dediğinden yazınsal ya da maddi boyutta bir üretim değil de baskının, zorun ve tecridin hakim olduğu imkansızlıklar altında kişinin kendisini yeniden üretebilmesi nasıl mümkün olabiliyor ekseni üzerinden konuşalım dediğini anlamıştım. Sizse nerelere götürdünüz işi.” dedi.
“Tamam da bunda konuşulacak ne var anlamadım ben.” dedi Talat ve birkaç takırtıdan sonra Tufan’a döndü.
“Sen dalganı geç bakalım, Tufan arkadaş. Ne demiş atalarımız, “Sakla samanı gelir zamanı!” dediği anda Tufan ile Tekin göz göze geldiler, kahkahayı patlatmamak için Tekin, elleri ağzında sandalyenin üzerinde cambazlık yaparak yüzünü duvara döndü. Tufan ise duvara yaslanıp usulca yere kaydı. Her ikisini de azaptan kurtaran, Talat’ın duvarlarda yankılanan sesi oldu:
“Bence yeniden üretmek kavramı yanlış. Üretmenin yenisi eskisi olmaz. Bu koşullarda okumak, yazmak, çizmek gibi şeyler hem üretmenin alt yapısı hem de kendisidir. Nokta!”
“Vay be, işte bu! Turnayı gözünden vurmak diye buna denir kesinlikle! Yalnız sonuna nokta koymasak da virgül koysak daha iyi olur bence. İyi olur çünkü sen de biliyorsun ki elinden kitap düşürmeyen, film izler gibi neredeyse günde bir kitap okuyan ancak iki satır yazınsal üretim yapamayan ve sonunda savrulup giden yığınla insan tanıdık bu duvarlar arasında. Bunu söylerken, elbette ölçünün yazınsal üretim yapıp yapmamak olduğundan söz etmiyorum. Esas olan, bir devrimcinin var oluş nedenlerinin başında gelen faşizme karşı duruşunun sürekliliğini sağlamak bilincine ve örgütlülüğüne sahip olmasıdır. Devrimci bir mahpus eğer düzenli, disiplinli bir yaşam içerisinde sistemli okuma-yazma faaliyetleriyle birlikte imkânları zorlayarak spor, volta gibi etkinliklerle kendisini zihinsel olarak sürekli besleyip güçlendiren bir duruşu esas almıyorsa şu lanet duvarlarla özdeşleşmesi uzun sürmüyor.”
“Aynen öyle. Tekin’in tespiti önemli. Yeniden üretmek dediğimiz olgu da bu eksende filizleniyor aslında. Bir şekilde duvarların baskısına karşı var oluşunu koruyabilmenin savunması ya da direnişi olarak kendisini açığa çıkarıyor. Duvarların baskısına karşı teslimiyetin reddi de diyebiliriz buna.”
“Kilit altında yaşamın yeniden üretilebilmesinin esasını gözden kaçırmamak lazım, Tufan. Bence kişinin yaşamına asıl rengini veren temel etken amaçtır.”
“Anlamadım Tekin arkadaş. Amaç derken ne demek istiyorsun?”
“Ne demek istediğimi gerçekten anlamadın mı Talat?! Bana ajitasyon çektirme şimdi! Neden burada olduğumuzdan ve yaşam duruşumuzu şekillendiren neyse ondan söz ediyorum. Senelerdir kilit altındayız ve dış dünyadan büyük oranda tecrit edilmiş haldeyiz. Bizi fiziksel olarak yıprattılar, sağlığımızı da bir şekilde bozmayı başardılar, ama moralimizi asla bozamadılar.”
Yüzünde şaşkın bir gülümseme beliren Talat, şaşkın bir ifadeyle: “Tamam Tekin arkadaş, iyi diyorsun da amaçsız insan mı olur allasen. Tabi kastettiğin mezarlıktaki…” dediği anda araya giren ve ses tonu belirgin olarak sertleşen Tufan: “Alay edeceğine biraz anlamaya çalışsan arkadaşın ne demek istediğini anlarsın Talat. Bu moral değerlerini nereden alıyoruz sence?! İşte, tam da bu eksende moral ve motivasyonu korumayı başarmak, sürekli olarak besleyip güçlü kılabilmek tecrit altında kişinin kendisini yeniden üretmesinin teması oluyor.”
“Sesini niye yükseltiyorsun Tufan arkadaş! Amaçsız insan olmaz dedim. Ne var bunda?!” dedi Talat ve yüzü iki karış halde bir iki takırdadı, gidip duvara yaslandı.
“Niye alındın anlamadım usta! Hiç kuşkusuz her insanın yaşamda az ya da çok amaçları vardır. Bu her şey olabilir, sınırsızdır. Amaçları da insanların yaşam duruşunu ve moral değerlerini belirler. Dolayısıyla amaçları uğruna tutsak olmuş devrimci bir mahpus için hapishane yeni bir başlangıcı da temsil eder ve oldukça da keskin bir tercihle karşı karşıya kalır. Teslimiyet ya da özgürleşme! İşte tam da bu boyutuyla çok net olarak; yaşamı yeniden üretebilen insan, özgürleşme potansiyelini yaşamsal kılabilen insandır” diyorum ben de; Nokta!” dedi Tekin, kendisini hissettirmeye başlayan gergin havayı dağıtmak düşüncesiyle abartılı bir kahkaha patlattı. Kahkahası havada asılı kaldı ve bir anlık kararsızlıktan sonra tekrar sandalyeye tırmandı. Parmakları üzerine kalktığında alnına değen güneş aklını başından aldı! Gözlerini kapatıp iliklerine kadar hissetmeye başladığı ılıklığın cazibesine kapılarak kanatlanmak üzereydi ki, komşu hücreden havalanan ‘kanatsız kuş’ sol kulağını sıyırdı ve büyük bir gürültüyle duvarda patladı, yuvarlanıp Tufan’ın ayağının dibinde durdu.
Gözbebekleri irisin tamamını kaplayacak denli büyümüş halde sandalyeden inen ve endişesi sesine yansıyan Tekin: “Az kalsın yüzüme vuracaktı. O durumda olacakları düşünmek bile istemiyorum! Seslenmeden attılar yine değil mi? Artık ciddi şekilde uyarmak lazım bu arkadaşları.” dedi.
“İyi olur. Gerçekten duyarsız davranıyorlar. Daha dün ‘en azından duvarı tıklatın’ diye yazmıştık oysa.” diyen Tufan, bir taraftan da ‘kanatsız kuş’a sıkıştırılmış notu çıkarıp göz attı ve gülümseyerek okumaya başladı:
“Heval Tekin merhaba. Selamlar, saygılar. Nasılsınız! Kahkahalarınız hâlâ yankılanıyor duvarlarda! Heval, neşeniz bol olsun olmasına ya biraz da biz nasiplensek diyoruz! Kesin sen Temel fıkrası…” dediği sırada Talat, daha bir abartıyla kahkahayı bastı. Dili düğümlenen Tufan, notu Tekin’e uzattı. Kalanını okuyan Tekin: “Bu sefer ben yazacağım arkadaşlara.” dedi ve içeriye yöneldi. Eşikten adımını atmıştı ki hücre kapısı gürültüyle açıldı, havalandırmaya yirmi civarında gardiyan girdi. Aralarında kalan Tekin, yanı başında dikilen zayıf, uzun boylu ve esmer yüzü her daim asık olan başgardiyana döndü:
“Hayrola bir şey mi oldu?!”
 “Bir şey olduğu yok. Arama yapacağız.”
“Arama mı yapacaksınız! Ne araması, iki gün önce yaptınız ya aramayı?!
“O genel aramaydı. Kısım araması yapıyoruz,” dedi, üstenci tıslayan bir sesle.
Umursamaz bir ifade takınan Tekin: “Demek öyle!” dedi, aralarından çıkarak arkadaşlarının yanına yöneldi ve an itibariyle güneşe asılan mahpusların protesto sloganları yankılandı küçük göğün semalarında…
 

Resul KOCATÜRK
F Tipi Hapishane B-8
Hacılar/KIRIKKALE