TUTSAK DENİZ TEPELİ YAZDI: HEVAL’E KARKER’İN (RIFAT HOROZ) ANISINA

Deniz Tepeli

Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu

Sincan\ANKARA

“Çin’den İspanya’ya Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar / Her milli bahriyede, her kilometrede dostum ve düşmanım var. /Dostlar ki bir kere selamlaşmadık /Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.”  (Nazım Hikmet)

Eminim ki hepimiz devrimci olduğumuz için kendimizi çok şanslı saymışızdır çoğu kez! Devrimcilik hayatın bize sunduğu bir armağandır. Ve onu en güzel yapan yanlardan biri de, kesinlikle, sayısız, güzel, yüce gönüllü, asil, duru insanlarla tanışmak, onlarla dost, yoldaş olabilmektir; hiç tanımasak bile aynı sevdayı, aynı kavgayı, aynı hüznü ve umudu, aynı işleri ve düşleri, aynı kitapları ve ufukları paylaşmaktır.

Zindanda, hele de tecrit koşullarında ve uzun bir tutsaklıkta bu karşılaşma, paylaşma olasılığı çok azdır diye düşünülebilir. Ama bu pek doğru değil. Aslında, dışarıda olsak belkide hiç tanışamayacağımız, ya da farketmeden yanından geçip yine de keşfedemeyeceğimiz dostlarla, yoldaşlarla ancak tutsaklık koşullarında tanışabilirdik. Bu da hayatın cömertlik ve adaletlerinden biridir. Duvarlar ve yasaklar birçok şeyi sınırlar, kısıtlar. Ama engellerin çatlaklarından bir yol bulup, süzülüp, sıyrılıp gelir güzellikler.

Küçük birşey; mesela yazılan birkaç satır, yapılan bir davranış, bir ifade ediş biçimi çok şey anlatır. O, sadece yazılan, yapılan değildir. Onda bir ruhu, bir ideolojiyi, bir insanı okumak mümkündür. “Zerrede kainat gizlidir” sözünü doğrular hayat ve birkaz daha o içten, güzel, derinden duyumsanmış şarkıdaki gibi haykırmak, “hayat sana müteşekkirim” böyle güzel yoldaşlar için, demek istersin...

Bende böyle güzel duygular ve düşünceler oluşturan Heval Karker Kobane ile tanışmamız, onun güzel yüreği sayesinde oldu. Nazım’ın şiirindeki gibi, bir kez bile karşılaşmadan, ama aynı amaç için ölebileceğimiz, aynı düşleri kurduğumuz ve düşleri gerçeğe dönüştürmek için aynı yollara düştüğümüz değerlerimizden biri ile yollarımızın kesişmesi ne kadar güzel; ‘keşke bu kadar kısa olmasaydı’ diyesi geliyor insanın, keşke daha önce ve daha çok tanıyabilseydim. Ne yazık ki bu ancak, O’nu yıldızlara uğurladığımızda mümkün oldu. Geriye ‘iyi ki tanımışım’, ‘iyi ki varoldun’ dedirten anılar ve miras bıraktı.

Geçtiğimiz aylarda Gündem Gazetesi'nin arka sayfasındaki bir haberde fotoğrafı vardı Heval Karker’in. O beyaz saçlar ve o derin yüz çizgileri, kamuflaj elbisesi ve elindeki bir demet kır çiçeği ile tezatmış gibi görünen muhteşem bir uyumla hepimizi çok etkilemişti. Ve yaptığı konuşmalarla... Devrimin ve yeni insanın yarattığı devrimin fotoğrafıydı O. Devrim herkesin emeğiyle mümkündür. Boby Sands’ın deyişiyle; “Herkesin yapabileceği birşeyler var, hiçbir rol büyük ya da küçük değil. Hiçkimse katkıda bulunamayacak kadar yaşlı veya genç değil”.

İşte içimizi büyük bir saygı ve coşkuyla dolduran H. Karker’in bu derin anlamlı, büyüleyici fotoğrafını 28 Haziran’da ikinci kez gördük gazetede. Ama bu defa içimize derin bir acı ve hüzün saldı. 25 Haziran’da IŞİD’in Kobanê'ye saldırısında şehit düştüğü yazıyordu. Hepimiz çok üzüldük, duygulandık. Haberi okudukça gözyaşları da daha hızlı akmaya başladı. H.Karker’in ismi yazıyordu; Rıfat Horoz! Zihnime anılar hücum etti. Meğer çok daha önce tanışmışız bu güzel yüce gönüllü yoldaşla. Hemen kitapları, mektupları karıştırmaya başladık; onun ruhu, eli, izi, sesi ile dokunduğu kitaplar, kartları bulup çıkardım.

Hep Haziranlar’da kesişmiş yollarımız.

Haziran’ın son günleriydi, yıl 2013. Gezi Direnişi sarıyor, sarsıyordu her yeri. Biz içeride bol sansürlü televizyon ve gazetelerden takip etmeye çalışıyorduk... Sansürlerden aşıp gelen, o devasa, tarihi günlerin küçük özetleriydi sadece. Ama yine de yüreğimizi, beynimizi, tüm hücrelerimizi öfke, coşku ve heyecanla ayağa kaldırmaya yetiyordu ve oralarda olamadığımız için kahrolmamıza da. Devrim provalarını televizyondan izliyorduk! Tam o günlerde havalandırmamızdaki bir tutam minik otu gardiyanlar tekmeleyip yolmuştu. Bu bizim küçük Gezimiz’di. Gezi ayaklanması ile bu olayı bağdaştırıp bir yazı yazmıştım; “Hapishanede Gezi\ Her Dem Yeşil” başlığıyla.

Ondan tam bir yıl sonra, 2014’ün 12 Haziran’ında, adıma koli geldiğini söyledi gardiyanlar. Koliyi görünce şaşırdım; gönderenin ismi olarak Rıfat Horoz yazıyordu, şehir Gebze\Kocaeli. Ama ben ne bu ismi, ne de orada birini tanıyordum. Koli açılınca, şaşkınlığıma kocaman bir sevinç de eklendi; içinde saydam bir dosyalık dolusu kurutulmuş minik, kırmızı harika çiçekler ile aralarına serpiştirilmiş kuru iğde yaprakları - ki, çocukluğumdan ve gerilla yaşamımdan kalan çok güzel çağrışımlar yapar bende iğde kokusu - vardı. Ve bazı dergilerle, bir de kart. Kartı ve dergileri sonra vereceklerdi bana. Çiçekler ise zaten yasaktı! Ama dokunmak yasak değil ya! Avucuma aldım bir tutamını, derin derin içime çektim. Bir çiçeği görmeyeli, ona dokunmayalı ne çok zaman olmuştu, hele iğdeye... Çiçek yasaktı, ama gönderenin de bunu bilebile gönderdiğine emindim. Madem yasaklar onu vazgeçirmemiş, “zaten verilmiyor” dedirtmemişti, ben de “zaten yasak” demeyip onun o anlamlı eylemini tamamlayabilecektim. Çiçeklerin bir tutamcığını gizlice almayı başardım. Böylece sadece beni değil beraber kaldığım arkadaşları da mutlu etmiş oldu Heval Rıfat. Akşam kart ve dergiler gelince mesele anlaşılır oldu. Dergi “Hapishanede Gezi” yazısının olduğu bir dergiydi ve kartta da o yazıya göndermeler yapan ince şefkatli sözcükler  vardı. Yalnız bu da değil,  dergi bir önceki yılın dergisiydi ve bu nazik, sevecen tanımadığım yoldaş onu saklamış ve çiçeklerle beraber Gezi’nin yıldönümünün yaklaştığı günlerde göndermişti. O kadar çok duygulanmıştım ki, hepsinden önce beni etkileyen şey bu yoldaşlık duyarlılığı, güzelliğiydi... O çiçeği ve kartı sakladım elbet. Bundan sonra da kutsal bir emanet, bir hafıza, bir bilinç olarak saklayacağım.

Kartında şunları yazmıştı Rıfat Heval; “Merhaba Heval Deniz ve Zozan Heval, merhaba dörtler(aynı hücrede dört arkadaş kalıyorduk). Komünler kuruluyor, karpuzlar ekiliyor. Anatanrıça kültürü, neolitik çağ sizinle yeniden inşa ediliyor. Selamlar, saygılar tüm yoldaşlara. Rojbaş.. (Çiçekleri) Ellerimle doğadan toplayıp sizin komüne ulaştırmaya çalıştım. Hoşçakalın. Rıfat Horoz”.

Bu kısa kartı defalarca okuduk. Çok duygulandırıcıydı. Yazdığı beş satır değildi o; çok daha güçlü, içten, sıcak, ‘biz’ olan, bizim olan değerlerin, yoldaşlığın, saf, berrak hali olan içten bir ilgi, paylaşım, empati gözü vardı orada. Kâğıt, mürekkep, sözcükler değil bir yoldaş vardı. Her aşaması ince bir duyarlılık ve emekle gerçekleştirilmiş sevecen bur ruh vardı. Sadece bu kadar da değilmiş; sonradan öğrendim ki gönderdiği çiçeklerde sardunyaymış. Yazıda geçen, Can Yücel’in ‘Sardunyaya Ağıt’ şiirine atfen, özellikle sardunya seçmiş, aramış, toplamış meğer. Bir kez daha derinden bir sevinçle saygı duydum, adını bile o güne dek duymadığımız bu yoldaşa.

Bende hemen ona yazdım; sürpriziyle bende yarattığı duyguları ve teşekkür için, kendi yaptığım elişi bir kardan adam paylaştım. Merakla cevabını bekledim.

Aradan bir ay geçmişti. Bu sürede bir ağırlaştırılmış müebbet “cezamız” onaylandığından hücrelere alınmıştık. Tek ve tecritte tutulduğumuz; yani yoldaşa, dosta, insana, hatta bir canlıya özlemin en yoğun olduğu, onların değerinin daha derinden duyumsandığı, arandığı, anımsandığı, hasretinin çekildiği, daha farklı ve yeni anlamlar yüklendiği koşullardaydık. Tam o sırada yine o çaldı kapımızı, yine koli ile içinde beş kitap, cevaz kabuğundan yapılmış zarif işlemeleri olan emek yüklü el yapımı bir anahtarlık ve bir kalem. Ama kart ve mektup yoktu! ‘Nasıl olur? Almadı mı mektubumu acaba? Neden yazmadı ki?’ ...sayısız soru geçti aklımdan. Koliyi, kitapları, defalarca kontrol ettirdim, ama yoktu ne yazık ki. Günler sonra kitaplar bana verildiğinde çocuklar gibi sevindim; çünkü mesajını kitaplara yazmış Heval Rıfat, mektup yazmamıştı ama o emek yüklü jestleri, mesajları, kitap tercihleri; bir kartın anlatacağından çok daha fazla şey anlatıyordu.

Hemen kitapları karıştırmaya başladım; evet, oradaydı! Her kitaba ismini yazmıştı Rıfat yoldaş ve iki tanesine de mesaj; “Özgür yarınlarda buluşmak umuduyla. Deniz Tepeli şahsında tüm yoldaşlara selamlar, saygılarımı bir borç bilirim. Rıfat Horoz. 14 Temmuz 2014” diyordu birinde. Diğerinde ise “14 Temmuz direnişi ruhuyla hepinize selamlar saygılar. Hoşçakalın. Deniz Tepeli ve arkadaşlarına”.

Mütevaziliği, seçtiği tarih, direniş vurgularıyla yüklü ifadeleri etkileyiciydi. Su ne kadar duruysa, içi o kadar net görünür ya, işte bu yalın cümlelerle onun içini, derinliğini görüyorduk. Sonra kitaplara gözatmaya başladım. Birinin önsözünde, devrim mücadelesine ve güvene dayalı, samimi ve alçak gönüllüce, ya da teorik öze ve ideolojik yetkinliğe yüksek bilinç çabasıyla bilerek katılımı gerektirir. Ama en büyük değer ifade edeni ise bu iki tarzın dengeli uyumu ile katılım göstermektir’ deniyordu. Bu sözler ne çok onu anlatıyormuş hâlbuki. Bunu öğrenmemden bir yıl sonra, gazetedeki o acı haberleri alacaktık. 14 Temmuz tarihli o direnç, mücadele ruhu taşan satırlar, onun veda ve katılım mesajıydı, belki tam da o günlerde çıktı yola. Ve belki o gönderdiği anahtarlık da, bütün dünyayı evi yapmak için ardında bıraktığı evinin anahtarı, bu anlamlı katılımının ondan bana kalmış kıymetli bir sembolüydü. Belki o kitaplar evinin kütüphanesindendi; yeni dünyanın tarihini yazmak için yola çıkarken, bunları da arkasından  bir anı ve paylaşım olarak bıraktı.

Heval Rıfat’ın seçtiği kitaplardan, çiçeklerden, bunlara vakit ve enerji ayırabilmesinden ve o dili, canlı-coşkun ruhundan taşan direncinden dolayı, genç bir yoldaş olduğunu düşünmüştüm. 60 yaşındaymış. Gençmiş. Sanki o güzel şiiri Nazım ona dair yazmış gibi genç:

“Delikanlım:\ Senin kafanın içi\ yıldızlı karanlıklar kadar\ güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.\ Yıldızlar ve senin kafan\ kainatın en mükemmel şeyidir.”

Bir partizan savaşçısı olan anneannesinden devralmış bu güçlü devrimci ruhu ve kadın duyarlılığını. Anatanrıçadan söz etmesi, kurduğu kütüphane ve müzeye Rojava devriminin sembol isimlerinden olan Arin Mirken ve Kader Ortakaya’nın adını vermesi, kökleri derin bir bilinci dayanıyor.

“Sinopluyum, yani Diyojen’in memleketlisiyim” demiş; bilgeliğinin kökeni oradan.

Emekçi bir ailenin ta küçük yaşlardan beri çalışan, hayatı emekle örülü bir tarihi var. Hep emekle katılmış, hep emek, değer katmış hayata-dünyaya. Karker ismi en çok ona yakışmış.

İlk gençlik yıllarında kitapçıda çalışmış. Mücadele, emek ve kitap hep yanyana içiçe olmuş hayatında. Kitap ve emek, birbirine ne çok gerekli ve ne çok uyumlu mücadele ile.

O kitabın önsözündeki gibi, derin bir bilinç ve güçlü bir yürek ile gerçek bir sevgi ile katılmış mücadeleye. 14 Temmuz ruhunu, Arinler’in, Kaderler’in ruhunu, sözüyle, eylemiyle, işiyle, yaşamıyla devralmış; ruhunu emeğin ve bilinç dolu adanmışlığın duru sularıyla aydınlatmış.

Sağlam eski köklerinden su alıp, emek ve bilinçle yoğurup oluşturduğu, yarattığı kişiliği ile bu güzel insanı, bu değerli dostu bize sunmuş, “iyi ki” kendini tanımamıza sebep olmuş bu iyi yüreği. Bilge insanlara has, o sade ve derin, açık ve yoğun karakteri, duruşu ile onu tanımak ne kadar büyük bir sevinçse, yıldızlara  uğurlamak da o kadar derin bir acıdır bizim için... Gözyaşlarımız akıyordu. Gerçek insanlara akıtılan ve onları sulayıp büyüten gözyaşlarıydı bunlar. Yoksa karamsarlığın, yasın değil. Ertesi gün O’nun için yaptığımız saygı duruşu ve anmada Heval Rıfat’ın ölümsüzlüğünü haykırdık, sevgi ve saygıyla mücadele sloganlarımızla biz de buradan selamladık onu, anısını mücadelemizde yaşatacağımıza söz verdik. Nazım’ın ‘Sıradaki ve Sıradakinin Ölümü’ şiirlerini okuduk onun anısına, bu şiirler bizden daha iyi anlatıyordu O’nu.

Günlerce gazeteden Heval Karker’e dair açıklamalar, haberler, anlatılar çıktı. Hakkında bu kadar çok yazılan, bu kadar çok yadedilen bir yoldaş olması bile, onun ne kadar yüce sevgi ve saygı kazanmış, değer yaratmış bir yoldaş olduğunu gösteriyordu.

Bir Kızılderili sözü vardır; “Doğduğunda sen ağlamıştın, herkes bayram etmişti. Öyle bir hayatın olsun ki, öldüğünde herkes ağlasın, sen bayram et”. Evet o öyle bir hayat yaşadı, arkasından herkesi ağlatırken, eminimki o da gülümsedi; mutlu öldü.

Hayatın boyunca mücadele ettin,  ekmek kavgasında ve insanlık davasında. Sen herşeyinle her anınla imkansızın ötesine geçip, imkansız diye birşey olmadığını gösterdin. Harabeyi, tarihin ve bilginin merkezine dönüştürdün; harabeye çevrilen ülkeyi ve dünyayı cennet yapmak, yeniden inşa etmek için pratiğe giriştin. Ne imkansızdı bu, ne sen fazla yaşlıydın yapmak-yaratmak için.

O güzel, içten, aydınlık ve umutlu bakışlarını hep  üstümüzde hissedeceğiz. O güzel resmin duvarlarımızda olacak ve sen yanımızda, içimizde, kavgamızda olacaksın. Zulüm, kan, bomba, acı, sömürü ekilen ülkemiz ve dünyamızı, elindeki o mor kır çiçekleriyle, ruhun gibi güzel o sardunyalarla bezenmiş cennet bahçesine dönüştüreceğiz. O günler gelecek; belki biz de olmayacak, göremeyeceğiz. Ama mutlaka tek gerçek şu ki, o günler gerçek olacak ve çoğumuz unutulacağız, silineceğiz. Ama sen halkımızın ve devrimin asla unutmayacağı hep hatırlanacak, anılacak, yaşatılacak en soylu değerlerinden biri olarak sonsuza dek yaşayacaksın. Seni seviyoruz!

www.gorulmustur.org