Özgürlük Tutkusu

 

 

Müslüm Kabadayı

MÜCADELE ESTETİĞİNE BİR ÖRNEK: ÖZGÜRLÜK TUTKUSU

 

            Her canlının yaşama tutunmak için içgüdüsel, genetik veya bilinçli bir mücadelesi vardır. Hiç unutmuyorum, evimizin üst tarafındaki Aylinkaya’daki küçük bir kovukta biriken toprağa tutunan incir fidesinin zamanla kayayı çatlatarak nasıl büyüdüğüne, meyve verdiğine tanık olmuştum. Köpekler başta olmak üzere hayvanların da yaşama tutunabilmek için nasıl mücadele verdikleriyle ilgili çok sayıda film ve belgesel film çekildiğini, hikayeler ve romanlar yazıldığını biliyoruz. İnsanın yaşama tutunmak için içgüdüsel ve bilinçli eyleminin her an gerçekleşen sayısız örneği var. Ancak, gezegenimizde canlılar içinde insan türünün yaşam mücadelesini anlamlı kılan en önemli bilinç, özgürlük tutkusudur. Selman Altınöz’ün kaleme aldığı “Özgürlük Tutkusu”[1] adlı anı-anlatı kitabı, mücadele estetiğinin atardamarı olarak okuru sömürüye, haksızlıklara ve baskıya karşı bilinçli bir eylem geliştirmeye yönlendirecek niteliktedir.

            Baştan belirtmek isterim; koronavirüs karasalgınının insanlığı tehdit ettiği üç yılda edebiyat alanında çokça yapıt yayımlandı. Üretici-yaratıcı niteliği olan ve anlatacak hikayeleri bulunan çok sayıda insan anılar başta olmak üzere günlükler, siyasal ve toplumsal analizler, hikaye ve romanlar kaleme aldılar. Bu süreçte yakınlarımızdan ve arkadaşlarımızdan güzel insanları kaybetmenin acısını yaşarken, diğer yandan böyle verimli bir dönemin de olduğunu söyleyebilirim. İşte, 1994’te Antakya’da Hatay Eğit-Sen Şube Başkanlığı yaptığım dönemde tanıştığım Selman Altınöz’ün yaşamından kesitleri dinledikçe, “Bunları gecikmeden kaleme almalısın.” demiştim. Samimiyeti, eleştirel düşünme yöntemi ve meraklı bakışlarıyla dikkatimi çeken Selman’ın bunları kaleme aldığını duyunca da sevinmiştim. Nihayet bu yaz kitap yayımlanıp yakın zamanda elime geçince not tutarak okudum. Öncelikle, Türkiye devrimci, sosyalist hareketinin hem en güçlü hem de en zorlu döneminde yetişen bizim kuşağın direnişle kazanılmış başarıları yanında 12 Eylül faşizmi karşısında yaşadığı yenilgiyi de anlamak bakımından önemli veriler, ipuçları sunan bu kitabı okurla buluşturan Selman Altınöz’e ve Umut Yayıncılık’a teşekkür ediyorum.

            Yazar, “Önsöz”e Esaretin Bedeli filminde geçen “Tüm dünya vazgeç dediğinde umut fısıldar: Bir kez daha dene.” sözüyle başlar. Kitabı, baştan sona bu sözün hayata geçirilmiş örnekleriyle örer. Ömrünün baharında Türkiye’de kapitalizmin sömürü çarkını durdurmak, eşit ve özgür insanların yaşadığı bir ülkeyi kurmak üzere mücadeleye başlayanlardandır Selman Altınöz. Bu nedenle çiçeği burnunda bir devrimci genç olarak kapitalizmin zindanına düşer. 12 Eylül faşizmi öncesinde Mersin Kapalı Cezaevi’nden kaçış planı yapar arkadaşlarıyla, ancak çıkan bir yangın nedeniyle bu planları, devrimcilerin firar girişimi suya düşer. Bunun üzerine arkadaşlarıyla birlikte Burdur Hapishanesi’ne gönderilirler. “Giriş” bölümünde bir bakıma kitaba niçin “Özgürlük Tutkusu” adını verdiğinin gerekçesini dile getiren yazar, Kırşehir Hapishanesi’nden kaçışla ilgili şöyle demektedir: “Tünel kazarak gerçekleştirdiğimiz firar eylemi, kimi farklılıklara zaman zaman yaşanan sorunlara karşın ortak devrimci akıl ve devrimci irade ile neler yapılabileceğini dosta düşmana göstermiştir.”[2] Burada “ortak devrimci akıl ve irade”ye vurgu önemlidir. O zorlu şartlarda “teleferik” sistemini bularak tüneldeki hava ve toprağı taşıma sıkıntısını çözmenin arkasında bu vardır çünkü…

            Kitabın bölümlerini belirlerken, Selman Altınöz’ün olaylar arasında bağlantı kurmak ya da kişisel yeteneklerinin gelişiminde ve dünya görüşünün biçimlenmesinde etkili olan olgulara ışık tutmak amacıyla göndermelere, geriye gidişlere başvurduğu görülmektedir. Örneğin, Mersin Kapalı Hapishanesi’ndeki firar girişimini anlattıktan sonra çocukluk ve ilk gençlik dönemine gider. Okumasını istemeyen babasının engelini aşmak için 11-12 yaşlarından taş ocaklarında çalışmaya başlar ve Zeki dayısının yardımıyla ortaokula kaydolur. Taş ve kireç ocaklarıyla ilgili verdiği bilgiler arasında ilk kez öğrendiğim konu, doğup büyüdüğü Dersuniye (Dursunlu) köylülerine bu işi öğretenlerin İspanyollar olması… Antakya’da gerçekleşen depremleri araştırırken 19. yüzyılda bu kadim kentte İspanya Konsolosluğunun bulunduğunu öğrenmiştim. Dolayısıyla Selman Altınöz’ün verdiği bilginin kaynağıyla ilgili bir açıklama olmamakla birlikte, bunun doğru olabileceğini düşündüm. Ayrıca, 1960’lı ve 1970’li yıllardaki anılarıma yolculuk yaptım. Çünkü, o yıllarda doğduğum köy Kışlak’ın dağlarında kireç ocağı yakanlar da Dersuniyeliydi. Gerçekten de bu işte mahir emekçilerdi; sadece bugünkü Dursunlu’da değil, Ceyhan Yılankale’de, Mersin Mut’ta da bu işi yaptıklarından yazarımız ayrıntılarıyla söz etmektedir.  Hem taş-kireç ocaklarında hem de Amik’teki pamuk tarlalarında çalıştıkları dönemi anlatırken Arapça sözcük, deyim ve atasözlerini de açıklar. “Arapçada ‘Ğefrid’ (Dev Adam) dediğimiz bir köylümüz vardı. Çok iyi niyetliydi ve akşamları diğer amelelere Arapça hikayelerle bin bir gece masallarını anlatırdı. Bazı gecelerde ‘hezzüre’ dediğimiz bilmece yarışması yaptırırdı. Pamukta çalışırken Arapça şarkılarla ritim tutmamızın işi kolaylaştıracağını belirterek Arapça şarkı öğretiyordu. Sonrasında şarkılar söylerken bir ritim içinde kazmalar bir kalkar bir inerdi. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamıyorduk. Ağanın adamları olan vekiller, başlarda şarkı söylememize karşı çıkarken şarkı söylemenin amelenin hızını, verimliliğini artırdığının farkına varınca, onlar da teşvik etmeye başladılar.”[3] Tam da bu noktada birkaç saptamada bulunmak istiyorum. Birincisi, Sovyet dilci Nikolay Marr’ın “iş yasası” olarak betimlediği ses-müzik-dans üçlüsünün ortaya çıkışıyla ilgili saptamayı teyit eden bir anlatı söz konusudur. İkincisi, sermayedarın-patronun çıkarına ya da artı-değer yaratmaya uygun ne varsa hemen onu uygulamaya koymasıdır. Üçüncüsü de, emekçilerin çalışırken ortak şarkılar, türküler söylemelerinin onları rahatlattığı kadar motivasyonlarının, verimliliklerini artırmasıdır.

            Selman Altınöz’ün kır emekçisi olan Dersuniye’den çıkıp ortaokul ve liseyi Antakya’da okuması, onun sınıfsal ve toplumsal çelişkileri hızla kavramasında etkili olur. Özellikle politikleşmenin hızla yaygınlaştığı 1970’li yıllarda Hanna Maptunoğlu’yla tanışması, onun devrimcileşmesinde ve sosyalist bilinç kazanmasında etkili olur. İlk eyleme katılması da, din ve Ahlak Bilgisi kitabında yer alan Alevileri aşağılayan ifadeleri protesto etmek üzere Köprübaşı’nda yapılan gösteriyle gerçekleşir. “Beni en çok onun birikimi, disiplini, mütevazı kişiliği ve yoldaş sevgisi etkiliyordu.”[4] dediği Hanna’nın 1983’te Lübnan’da ölümü, onu derinden sarsar.

            Mersin Kapalı Hapishanesi’nden firar etmek üzere hazırlık yaparken çıkan yangın planlarını suya düşürdüğü gibi, devrimcilerin yangını çıkarttığı yalan haberi yayılır. Oysa bu yangından devrimciler zarar görmüşlerdir. Çünkü Burdur E Tipi Hapishanesi’ne sürgün edilirler. Kendisi ve birkaç arkadaşı, burada çıkan bir isyan sonrası Eskişehir T Tipi Kapalı Hapishanesi’ne gönderilirler. O dönemde sürgün edilen devrimci tutsakların gittikleri yerlerde onur kırıcı işlemlerle karşılaştıklarından sıkça söz eden Selman Altınöz’e kulak verelim: “1980 Şubat’ının son günlerinde Kurtuluş davasından Edebiyat Öğretmeni Mehmet Ali Kılıç ve Hüsnü Avcı ile birlikte Eskişehir T Tipi Kapalı Hapishanesi’ne sürgün olarak gelmiştik. Kapıaltına girdiğimizde itiraz edeceğimiz tarzda bir arama yapılmasından dolayı gerginlik olmuş, bunun üzerine yumruk, cop ve tokat saldırısına uğramıştık.”[5] Bu uygulamanın, özellikle 12 Eylül faşizminden sonra yaygın biçimde uygulandığının örneklerini, başka cezaevlerinde yatan devrimcilerin anılarından biliyoruz. Altınöz, bunu gittiği her hapishanede yaşamış, buna karşı açlık grevi, ölüm orucu vd. yöntemlerle insanlık onurunun işkenceyi yeneceğini haykırmış devrimcilerden biridir.

            Kitapta hapishaneler birçok boyutuyla anlatılmaktadır. Bunlarla ilgili birer örnek üzerinde durmak bile uzun bir makaleyi kaleme almayı gerektirir. O nedenle çok önemli gördüğüm örnekler üzerinden kitap tanıtımı formatında değerlendirmeler yapmakla yetineceğim. Türkiye’de güncel olan “uyuşturucu sorunu”yla ilgili örnekle başlamak istiyorum. “Adlilerdeki ağalık uygulaması, uyuşturucu, hap vd. maddelerin temini gardiyanların yardımıyla yapılır ve sürdürülürdü. Söz konusu maddelerin kullanımının yaygınlaşması için gardiyanlar ellerinden geleni yaparlardı. Ne kadar içici varsa o kadar satıyor ve ne kadar satıyorlarsa o kadar kazanıyorlardı. Bu işten yakalanan, daha doğrusu ihbar edilerek yakalanan en ilginç tip, kendisi de adli tutuklu olan hapishane imamıydı. İmam, Kur’an’ın orta yerinden sayfaların bir kısmını keserek esrar zulası yapmıştı. Zulası patlayınca o da işkenceye maruz kalmış ve hücreye atılmıştı. Gardiyanlar hap, uyuşturucu getirmeleri karşılığında ciddi paralar kazanıyorlardı. Organize eden gardiyanlar, bu iş aracılığıyla maaştan katbekat fazla kazanıyorlardı. Siyasilerin gelmesi, rantlarının düşmesine neden oluyordu. Bunun için bize daha da kinlenmişti.”[6] diyen yazar, hapishanelerdeki koğuş ağalarının, uyuşturucu tacirlerinin devrimcilerle karşı karşıya gelmek istememelerini şöyle anlatır: “Çünkü, birimize atılmış tokadın, bize sallanmış bir şişin hesabını, başka hapishanelere gitseler bile soracağımızı biliyorlardı. Zaman zaman idarenin ve rantçıların girişimiyle bize tuzak kurmaya çalıştıklarında doğrudan kendileri değil, ‘gariban’ dediğimiz yoksul, eğitimsiz mahkumları kullanıyorlardı.”[7] 1980 sonrası yüz binlerce işçi-emekçinin, aydın ve sanatçının, öğrencinin hapishanelere doldurulduğu dönemde, devrimci, sosyalist örgütlerin kurdukları komünler ve dayanışma komiteleri sayesinde bu işkence ve uyuşturucu çarkının önemli oranda kırıldığının altını çizmekte yarar var. Bu, eşitlik ve özgürlük mücadelesi için hayatlarını ortaya koyan devrimcilerin, komünistlerin hapishanelerin atmosferini de nasıl değiştirebildiklerinin çarpıcı örneklerinden biridir.

            Eskişehir T Tipi Hapishanesi’nden bu notu düşen Selman Altınöz, burada politik tutsaklara uyguladığı ağır işkencelerle tanınan Ali İhsan Çimen’in öldürülmesinin, idare ve gardiyanlar karşısında moral açıdan güçlenmelerine ve inisiyatif almalarına vesile olduğunu dile getirir. Ali İhsan Çimen’in işkenceci olarak yetiştirdiği gardiyan Gazi Özdil’in, yazarın “Mihalıççıklı” olarak kodladığı bir devrimciye uyguladığı işkence nedeniyle ona verdiği dersi de şöyle betimler yazar: “Aradan yıllar geçer Gazi Özdil emekli olur. Mihalıççıklı da hapishaneden tahliye edilmiştir. Gazi Özdil ölmeden kısa bir süre önce Eskişehir Devlet Hastanesi’ne kaldırılır. Durumu öğrenen Mihalıççıklı, Gazi Özdil’i ziyaret etmeye karar verir. Toplumumuzda âdettendir, hasta ziyaretine eli boş gidilmez. Mihalıççıklı da ‘Ona yakışacak en güzel şey ne olabilir, ne götürebilir?’ diye düşünür. Ve sonunda orijinal bir hediye bulur. Önce Mihalıççık’a gider ve yanına boş bir baklava kutusu ve birkaç poşet alır. Doğrudan ahıra girerek at pisliklerini, aldığı küçük küçük naylon poşetlere doldurur.”[8] Devamını burada aktarmaya gerek var mı? Bu, insan onuruna aykırı davranan herkesin neyi hak ettiğini gösteren önemli örneklerden biridir.

            “… Bir kere özsu yürümüştür dallara/ Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar/ Varmak için o güzel yarınlara/ Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara” diye biten Metin Demirtaş’ın şiirini mektuba kendisi yazmadığı halde gardiyanların gazabına uğrayan Selman Altınöz, mektuptaki yazının kendi yazısıyla karşılaştırılmasını ister, öyle kurtulur ama yediği dayak da “Günün kârı olarak yanımda kalmıştı.” der. Eskişehir T Tipi Hapishanesi’ndeyken bir gün savcılığa çağrılır. Komünizm propagandası yapmak ve yeni gelen mahpuslarla komün kurduğu iddiasıyla sorgulanır. Savcıya şunları söyler: “Savcı Bey, sol devrimci bir örgütten yargılandığım için buradayım. Hapishaneye yeni gelenler sol devrimci bir örgütten yargılanan insanlar ve hepsi Mamak Hapishanesi’nden gelmişler. Ben bunlara niye propaganda yapayım ki? İkincisi, biz solcu devrimci tutsaklar, bir mahkumun parası gelmediğinde daha sağlıklı yaşaması için dayanışırız. Birinin eşyası yoksa ve bizde onun ihtiyaç duyduğu şey varsa bunu ona vererek dayanışırız.”[9] Bunu okuduğumda hem duygulandım hem de yıllardır dile getirdiğim bir eleştiriyi burada dile getirmeyi düşündüm. Selman Altınöz’ün sözünü ettiği Mamak Hapishanesi’nde 1982’de ben de sosyalist tutsak olarak birkaç ay kalmıştım. Oradaki komün yaşamını ve devrimci dayanışmayı hiç unutmuyorum. Bu kazanımdan, politik duyarlıktan hareketle de, “Devrimciler, komünistler ideolojilerine uygun kolektif mücadeleyi hapishanelerde hayata geçirirlerken, niye dışarıda aynı politik olgunluğu gösteremiyorlar? Bunu başaranların eşitlik ve özgürlük mücadelesini zaferle taçlandırdıklarını niye kılavuz edinmiyorlar?” sorularımı buradan da dile getirmek isterim. Bu sorulara verilecek politik bilincin, sınıf mücadelesindeki eylem birliğini de yaratacağı ve toplumsal-siyasal devrimin daha güçlü biçimde gerçekleştirileceği aşikar. Tersi tutum ve davranışların, devrimci örgütler arasında kan dökmeye kadar varan çok kötü olaylara neden olduğu, hem toplumda hem de politik insanlar arasında güvensizliğe yol açtığı bilinmektedir. Kitapta da bunun bir örneğinin, yazarın Düziçi Eğitim Enstitüsü’nden tanıdığını söylediği Ali Hoca’nın öldürülmesi olayıyla verildiğine tanık oluyoruz.

            İşkenceden yeni çıktığında Selman Altınöz, Eskişehir T Tipi Hapishanesi’ndeki şehir suyu içilemediğinden, “Kalaba suyu” denilen tankerle getirilen suyu parayla satılan su da olmadığından çok susadığı anda memleketinin sularını hayal ederek susuzluğunu unutmaya çalışır. “Hey gözünü seveyim memleketimin çeşmeleri! Ğeyn el-Biyrdi, Ğeyn ed-dayğa, Mayyıt zğibo, Ğeyn el-ğetik, Şarşur, Nibğ es-semeyn, Mayyıt diyb neredesiniz şimdi?”[10]

            12 Eylül faşizminin işkence politikasının en kötü örneğinin uygulandığı Diyarbakır Hapishanesi’nden Mersin E Tipi Hapishanesi’ne gelen Urfalı Yaşar Adanur’la kurdukları dostluğu unutmayan Selman Altınöz, yıllar sonra dışarıya çıktığında onu bulmak ister. “Kitabın yazımına başlamadan yaklaşık bir yıl önce Yaşar aklıma gelmişti. Bu güzel insanın ne yaptığını merak ediyordum. Sosyal medya üzerinden aramaya başladım ve Yaşar Adanur adında bir sayfa görünce çok sevindim. Ancak, okumaya başlayınca bu sayfayı kendisinin değil, kimileriyle hapishanelerde birlikte yattığım dava arkadaşlarının oluşturdukları bir sayfa olduğunu anladım ve Yaşar’ın kanserden öldüğünü öğrendim. Bir an donup kaldım, gözlerim yaşardı. Kanser illeti bir dostumu almıştı.”[11]  Bunun gibi insani duyarlık ve dostlukla yoğrulmuş çokça anekdot var Özgürlük Tutkusu’nda. Hani halk arasında, üç arkadaşlığın hiç unutulmadığı anlatılır; askerlik, hapislik ve işçilik arkadaşlığı… Hele bu arkadaşlığın bir eşitlik-özgürlük mücadelesinde sınanıp dostluğa dönüştüğünde ne kadar değerli olduğunu, 1968 ve 1978 kuşağı çok iyi bilir. Gerçek insanlık da o koşullarda ete kemiğe bürünmüştür.

            Yazar, Adana Hapishanesi’nde 1986’da yaptıkları Süresiz Açlık Grevinin(SAG) yarattığı atmosferi şöyle betimler: “İşkenceye, kötü muamelelere ve hak gasplarına, hücre cezasının süreklileştirilmesine karşı başlattığımız açlık grevinin devam ettiği bir anda işkenceci polis Sedat Caner’in itirafları Nokta dergisinde bölümler halinde yayımlanmaya başlamıştı. İtiraflarında kötü muamele, işkence ve katliamlardan bahsetmesi ve eylemimizin talepleri içinde işkence ve kötü muamelenin kaldırılmasının yer alması yurt içinde ve dışında eylemin popüler hale gelmesini sağladı. SAG öyle bir etki yarattı ki Avrupa’nın birçok ülkesinin parlamentosunda konuşuldu, tartışıldı.”[12] 

            “Özgürlük Tutkusu”, 117. sayfadan itibaren Adana Kapalı Hapishanesi’nden Kırşehir E Tipi Hapishanesi’ne sürgünle başlayıp oradan 1988 yılında yapılan firar eylemiyle devam eder. Kitabın ağırlık noktasını, devrimci-komünistlerin gerçekleştirdiği ve o dönemde çok yankı yaratmış olan bu firar eylemi oluşturmaktadır. İçerdeki insanın teknolojiye yabancılaşmakla birlikte firar eylemi sırasında kolektif bilincin ve ortak tavrın nasıl yaratıcılığa dönüştüğünün çarpıcı bir anlatısı söz konusudur. Tünelde uygulanan kazı ve toprağı boşaltma yöntemi başta olmak üzere uygulanan taktikler bakımından da ilginç bir firarın samimi bir anlatımıyla karşılaşmaktayız. Bunun ayrıntılarını merak edenlerin, “Özgürlük Tutkusu”nu okumalarını öneririz.

            Böyle bir kitabı kaleme alarak deneyimler kazanmamızı, politik insanların iç ve dış dünyalarını farklı boyutlarıyla tanımamızı, topraklarımıza ve emekçi halka bağlılığımızı güçlendirmemizi sağlayan Selman Altınöz’e teşekkür ediyorum. Kalemin her zaman kılıçtan keskin olsun.   

[1] Selman Altınöz, Özgürlük Tutkusu, Umut Yayıncılık, 1. Baskı Ağustos 2022, İstanbul, 272 s.

[2] -------------, a.g.e, s.17

[3] ________, a.g.e, s.32-33

[4] ---------, a.g.e, s.52

[5] ---------, a.g.e, s. 57

[6] ---------, a.g.e, s.68-69

[7] ---------, a.g.e, s.69

[8] ---------, a.g.e, s. 76-77

[9] ---------, a.g.e, s. 80-81

[10] ---------, a..g.e, s.84

[11] ---------, a.g.e, s.97

[12] ---------, a.g.e, s.109