“Korkma Kimse Yok” kitabının önsözü “bazen sadece bir kitap değildir elinizdeki…” diye açılıyor. Kitabı okuduktan sonra anlıyorsunuz ki, okuyucuyu içerideki yazılar konusunda tedbirli olmaya çağıran bu girizgah da yardımcı olmuyor size. Önceleri uzaktan takip ettiğim tanımak istediğim ve kısa zamanda tanıyıp, çok sevdiğim naif ve güzel insan Sibel Öz ile bu röportajı çok uzun bir sürede, evinin kah mutfağında kah bahçesinde gerçekleştirdik. Okuyunca fark edeceğiniz gibi konuştuğumuz konuların ağırlığını çay, kahve, sigara molaları ve kahkahalarımızla kırdık. Evet röportaj boyunca biz en çok “güldük”. Cezaevini, tecriti, f tiplerini, yaşanan sıkıntıları konuşabilmenin başka yolu yoktu sanki.
Sibel Öz kimdir?
Çok zor bir soru ☺. Aile ve sosyal köken gereği aslında sola oldukça uzak bir kesimden geliyorum. Kastamonuluyum. Lise yıllarımda Türkiye’deki demokratik mücadele ortamına katıldım. Üniversitede de sürdü. Tabi 14 defa gözaltına alındım. Gözaltılar işkenceler sürdü. Sonra şunu düşündüm yanı başımızda bir mücadele var, aslında bir devrim başlamış. Hani Türkiye Solu olarak hep bir Latin Amerika’dan şuradan buradan bahsederiz hatta atlayıp gitmeye hevesli olanlarımız falan vardır. Yanı başımızdaki şeye niye ilgisiz kalıyoruz? Öğreneceksek oradan öğreneceğiz.
Yanıbaşımızdaki şey neydi?
Yanı başımızdaki şey aslında yeni yeni halklaşan 90’lardaki Kürt Ulusal Mücadelesi idi. Bir şeyler öğrenmenin de ötesinde en azından orada ölebileceğimizi düşündüm. 1994 yılında Kürt halk mücadelesiyle bir ilişkim oldu. Kısa süre sonra da yakalandım. Adana Kürkçüler, Konya, Sakarya, Gebze cezaevlerinde 10 yıl kaldım. Bunların dışında ben hayatı yazarak anlamaya çalışan biriyim.
“İKİ ÖYKÜ GÖNDERDİM TEKRAR KAFAMI KOĞUŞA GÖMDÜM”
Yazma serüveniniz nasıl başladı?
Yazma meselesi de şöyle başladı. Biz cezaevinde koğuş ortamında birbirimizi tanımak ve aslında birbirimizden çıkıp kendimizi anlamak için uzun sohbetler, tartışmalar yapardık günler ve geceler boyu. Üç dört gün sürerdi platformlar. Çocukluklarımıza kadar inerdik. Herkes çocukluğunu anlatırdı. Bir yazıda söylemiştim çocukluğumuzun kuyularına ipler sarkıtırdık. Bir kısmımız çıkamazdı oralardan. ☺ Çünkü 10-20 yıl önce derinlerde bırakmışsın, yüzleşmemişsin, kendinle bile konuşmamışsın, yüksek sesle hiç anlatmamışsın ve bir grup kadına anlatıyorsun koğuşta. Çoğumuz böyle başka birisi ve kendimiz olabildik. Orda çocukluklarımızı anlatırken bir ara yazalım dedik. Yazmaya başladık kendi özyaşam öykülerimizi. Ben yazarken kendime şöyle dedim -nasıl diyelim muhafazakar bir kesimden de geldiğim için- Sibel Allah’a yazıyor gibi yaz. Hani insan Allah’tan bir şey saklayamaz çünkü Allah her şeyi biliyordur mecazen düşündüğümüzde. O zaman mümkün mertebe saklamadan -kimse otosansürsüz yazamaz da- yaz ve yırt at bunları. Tabi ki yırtıp atmadım bu işler hep böyledir. ☺ Yazınca şunu anladım: İnsan bir kere kendi hayatını yazınca başkalarının hayatının da farklı olabileceğini, aslında herkesin bir hikayesi olduğunu öğreniyor.
Ve bu hikayelerin de her birimizin parmak izlerinin farklı olması gibi, birbirinden mutlaka farklı olduğunu anlıyorsun. Aslında bu bildiğimizi zannettiğimiz teorik bir doğru ama hiçbirimiz gerçek anlamda bilmiyoruz. Normalde eşitleyici genelleyici bir yaklaşımımız var, özellikle bizim sol ortamlarımızda bu böyle. Hepimiz aynıyız, hepimiz eşitiz. Kesinlikle aynı değiliz. Biz aslında sosyalizm adına birbirimizi eşitledik. Halbuki öyle değil.
Yazdıktan sonra başkalarının hikayeleri üzerine yoğunlaştım. Ve iki hikaye yazdım. Tam da bu ölüm oruçları sürecinde 2000 yılında toplu eğitime ara vermiştik nöbetçi arkadaş geldi. Milliyet gazetesinde haber çıkmış Haldun Taner öykü ödülünü almışım. Orda bir şey oldu yani sanki bir el bana dokundu: yapabilirsin diye. Kimsenin bizi bilmediği kimsenin sesimizi duymadığını zannettiğimiz dışarıya karşı da öfkeli olduğumuz bir zamandı. Hem çaresiz hem öfkeliyiz kötü bir dönemdi ve ben şok oldum. O zaman röportaj yapmak isteyenler olmuştu. O kadar korkmuştuk ki medyadan ve o kadar kötü bir süreçti ki hiçbirisiyle görüşmedim. Adeta saklandım. Kafamı çıkardım iki öykü gönderdim sonra tekrar kafamı gömdüm koğuşa. Bu kadar görünür olmak korkuttu.
“BU KİTABI ÜLKENİN KADERİNE TERK EDECEĞİM”
Cezaevinden çıktıktan sonra nasıl bir süreç geçirdiniz?
Cezaevinden 2004 eylülünde çıktım. Çıktığımızda üzerimizde çok garip bir hal vardı her an bir uçurumdan atlayabilecek gibi. Bir yandan da çok gülüyorduk bu kadar gülünmez yani. Sonra kitap çıktı. Okurdan hiç beklemediğim çok güzel tepkiler aldı. Öykülerin kahramanını ben unuttum onlar unutmadı. Hayatta her şeyin bir karşılığı var duygusunun bendeki bir sağlaması oldu o kitap. Ama içerde öğrendiklerimizin karşılığını hayatta bulamamanın sonucu, yine içerde yaptığım şeyi yaptım. Kendi kendime şöyle dedim bu kitabı ülkenin kaderine terk edeceğim, adeta bir yetim gibi ülkenin kaderi neyse bu kitabın kaderi de bu olacak ve ben parmağımı oynatmayacağım bu kitap için. Kitabı bıraktım ama kitap güzel yüzdü. Okuru buldu yakaladı.
Deli Dalgalar İnisiyatifi nasıl oluştu neler yapıyorsunuz?
İçeriden çıkan arkadaşlarla zaman zaman bir araya geliyorduk en son bir arkadaşımızın bir yakını ölmüştü taziyeye gitmiştik. Arkadaşlara bir baktım çocuklar gibi fısır fısır konuşuyor, yerinde duramıyorlar. Dolmuşlar taşıyorlar birbirlerine. Çok yoğun bir biraraya gelme ihtiyacı var. Sadece birbirlerinin anlayabileceği kelimeleri yıllar içinde birlikte icat etmiş olanlar bu insanlar. İçerideki arkadaşlara yazıyoruz ama yetişemiyoruz. Bir de f tiplerinde hayata dönüş operasyonları sonucunda bütün insani olanaklar kesilmiş, o boşluğu dolduracak insani bir şeylere ihtiyaç var. Aklımıza böyle bir şey geldi. Sonra ürktük. Yani bir sürü kurum var bu konuyla ilgili. Cezaevleri konusu hem üzerinde çok az şey yapılan, hem de üzerinde korkunç tasavvurların olduğu bir alan. Cezaevlerindeki siyasi insanlar kendi yapılarının namusu gibi bir durum var. Ama ortak bir dayanışmaya da ihtiyaç var. Bu meseleyi dışarıdan arkadaşlara da açınca bunu yapmak zorundasınız dediler. Bir toplantı yaptık ve içgüdüsel bir takım kararlar aldık. Dedik ki asla kurumlaşmayacağız. İnisiyatif olarak kalacak. Niye? Çünkü kurumlar yük. Yer tut, kirası, giderleri vs. Biz zaten oralara gidecek parayla kitap alıyoruz. İkincisi kimseden mali destek almayacağız para toplamayacağız. Ayda bir kere buluşacağız herkes kendi cebinden verecek. Bir de bütün yapılara ve cezaevindeki örgütlere, kurumlara eşit mesafede ve dayanışma içerisinde kalacağız.
“ÇIKARIN BİZİ BU DIŞARIDAN!”
Dışarıda olmak bir mahcubiyet haline mi geliyor, suçluluk duygusuna mı yol açıyor?
Hem dışarıda olmak suçluluk, hem de lanet olsun bir şekilde hayat akmaya devam ediyor. İçerde değilsin dışarıda yaş alıyor, yaşlanıyorsun. Başka insanlarla tanışıyorsun, aşık oluyorsun, belki evleniyorsun, çocuğun oluyor. Ve içerdekilerin bunların hiçbirini yaşama şansı yok. 20 yaşında içeriye girmiş arkadaş belki bir kızın elini bile tutmamıştır, ya da bir erkeğin koluna bile girmemiştir. Dışarı çıkmış olanlar açısından belli bir süre kesintiye uğramış olsa da hayat devam ediyor ve hayata bir yerinden teğellenmeye başlıyorsun. Bu da şunu getiriyor bizler açısında her mutluluğun bir tarafının buruk olması. Gülerken bile hep kötü bir şey olacak hissi. Bir bardak kırıldığında hala avaz avaz “tahliye” diye bağırma isteği falan. Bir arkadaş şöyle demişti: “Çıkarın bizi bu dışarından?”. İçeriyi özleyenlerimiz, keşke çıkmasaydım diyenlerimiz, içeriyi bir sığınak olarak görenlerimiz çok. Hatta ben bile çok kızdığımda hayat boyumu çok aştığında “lanet olsun niye çıktım orası iyiydi” diyorum. İçerideki arkadaşlar bunlara kızarlar ama aslında hiçbir zaman çıkmıyorsun. İçerisi aslında hiçbir zaman tam olarak çıkılamayan bir yer. Oradan nasıl tam olarak çıkılabilir? Son kişi de çıktığında. Mesela bizim dava dosyamızda bir arkadaşımız müebbet almıştı üyeliklerden en son ben çıkmıştım. Müebbet olan arkadaş ben tahliye olmadan önce bana bir mektup yazmıştı. Senin de özgür olduğun gün kendimi özgür hissedeceğim diye. Bu iş böyledir. Hepsi çıksa belki geriye sadece anılar kalır.
“İÇERİDE İMKANSIZ BİR ŞEY YARATTIK”
Hala tam olarak dışarıda değilsiniz yani…
Değiliz rüyalarımız bile hala düzelmedi. Mesela ben haftada 3-5 kere mutlaka garip bir koğuş rüyası görürüm. Dışarıdan insanları katamadım hala rüyalarıma. İllaki içerideki arkadaşlar olur hep. Rüyalar orada çakılıp kalmış. Rüyalar içerde. Zor olan da içerde ama kıymetli olan da içeride.
Orada daha değerli daha imkanlı bir şey mi yarattınız?
Orada imkansız bir şey yarattık. Mesela toprak yok çayları biriktirip yemek artıklarını katıp toprak yapabildik o toprakta çiçek yetiştirebildik. Mesela bulunduğum kadın koğuşları her zaman kokulu renkli cennet gibi yerlerdi.
3
İçeride olmak kapatılmak başlı başına bir “ceza” bir de bunun dışında sağlıklı bir insanın aklıyla ve vicdanıyla kabul edemeyeceği bazı yasaklar konuluyor. Gerçekten bir çiçeğin yetiştirilmesi, kardan insan yapılması, renkli kalemler, giysler, buharlı cama yazı yazmak bunlar neden yasaklanır sizce?
Modern burjuva hukukunda kapatılmak temel bir cezalandırma biçimidir. Bunun dışında kişi her gün, her an ve defalarca cezalandırılmaz. Ama bizimki gibi ceberrut devletlerde devlet intikamcıdır. Adeta ergen çocuğu isyan etmiş bir baba gibi. Sürekli senle uğraşmaya devam ediyor. Senin kişi olmanı da kabul etmiyor. Devletimiz Osmanlı’dan bu yana bireyi de yurttaşı da kabul etmiyor, tebaa kabul ediyor. Ve tebaada” isyan” en ağır cezalandırılması gereken eylemlerden birisi. Türk hukukunda cezaevlerinin temel sorunu şu: seni cezaevine kapatmakla yetinmiyor seni her gün yeniden ele geçiriyor. Her arama bir yeniden ele geçirme, yeniden cezalandırma operasyonu. Örneğin mektubunda bir şeyi beğenmedi sana iletişim cezası veriyor. Mesela 6 ay hiç mektup almamayı ve yazamamayı düşünebiliyor musun? Görüş yasağı veriliyor. Mesela havalandırma da türkü söylemek de suç, slogan atmak da. Süngerli oda cezası var. O cezaların en korkuncu. Hücreden yanına hiçbir şey almadan olduğun halde daracık, etrafı kahverengi süngerle çevrili, bir kenarında iki taş bir delik tuvaleti olan bir hücreye kapatılıyorsun. Güya süngerli oluşunun hukuki gerekçesi tutuklu kafasını duvarlara vura vura öldürmesin diye. Ama ses yalıtık, ışık yok.
Aslında kendini öldürmesine bile izin vermeme tutuklunun kendi bedeni üzerinde söz sahibi olmasına bile engel olma değil mi bu?
Evet. Bu da başka bir sorun zaten. Kitap yok, mektup yok, pencere yok, ışık yok, havalandırma yok, volta yok. Ne yapabilirsin karanlıkta? Çıldırabilirsin. Velhasıl devlet bir kez ele geçirip cezalandırmakla yetinmiyor. Diz çöküp teslim alıp, pişman olana kadar her gün sürekli cezalandırmaya ve ele geçirmeye devam ediyor. Sen sürekli ele geçirilmesi gereken bir nesnesin. Tam olarak istediği aslında -Diyarbakır cezaevi gerçeğinden gördüğümüz gibi- sadece inançlarından değil, insanlığından soyundurmak. Mesele seni düşman ilan edip, yok etmeye çalışmak.
“KENDİSİ SÖZ KONUSU OLDUĞUNDA BÖYLE NAİF OLAN İNSANLAR”
Ayşegül Tözeren ile birlikte hazırladığınız “Korkma Kimse Yok” kitabında tecrit altında bulunan 16 siyasi tutsağın “içeriden” yazdıkları yazıları bir araya getirmek fikri nasıl ortaya çıktı? Yazarları nasıl belirlediniz?
Kafamda bir kitap planı vardı. Hatta başlığı da şöyle olacaktı: “Çölün unuttuğu, kumun anımsadığı”. Çöl, biz ölürken cayır cayır yanarken bile sesimizi duymayan toplumdu. Çöle düşmek kimsenin sesini duymamasıydı. Kum da insandı. Kum kadar küçük ama kıymetli kalıcı. Kum neyi anımsar, kum denizi anımsar, denizden gelmiştir hangi kıyıya vurursa vursun. Kitaptaki ara başlıklar da arkadaşların mektuplarından çıkmıştı. Kitabın taslağını arkadaşlara gönderdik. Tabi iyi yazan, kötü yazan, yazmaya yeni başlamış tecrübeli ayrımı yapmadık, yapamazdık zaten bu konuda. Öyle bir mevzu ki bu orada kalan insanın her ne yazarsa yazsın kıymetlidir ve belgedir. Çünkü onların yerine hiç kimse bunları anlatamaz, yazamaz. Tek kişilik hücrenin tecrübesi yok. Biraz kadın erkek dengesini de sağlamaya çalıştık. Çünkü kadının orada yaşadığı da daha özgün bir deneyim. Arkadaşların bir kısmı kendilerini öne çıkartmak istemedikleri için çekindiler. İçerideki arkadaşlar için içinde oldukları çok da yazmak isteyecekleri bir durum değil. Ayşegül şöyle yazmıştı bir yerde: “narkozsuz kendini ameliyat masasına yatırmak gibi”. Ve biz bunu istedik onlardan. Hiçbir şey talep etmediler dışarıdan. Sadece yazmalarını istedik diye içeride yaşadıklarını yazdılar. Öfkelerini bile yansıtmamışlar. Dışarıyı suçlamamışlar, slogan atmamışlar, propaganda yapmamışlar. Sanki biz onlardan böyle bir şey istemişiz gibi hepsi aynı tavrı göstermiş. Bu insanlar kendileri söz konusu olduğunda böyle naif oluyorlar.
“DIŞARIDAKİLER İÇİN BÜYÜK UTANÇ”
Kitapta yazarların değindiği bir şey de idamın anlık bir ölüm, ama tecritin de zamana yayılmış ölüm olduğu. Bunu “canlı tabuta konulmak” diye tanımlıyorlar. Devlet idam cezasını kaldırarak hukuki olarak öldürmekten, katil olmaktan kaçınmış oluyor ama f tiplerinde tecrit uygulamalarıyla aslında ölümleri uzun sürece yayarak gözümüzden kaçırmış oluyor. Bu insanların öldüklerini görmüyor, seslerini duymuyor, ölümlerine karşı duyarsızlaşıyoruz. Tecrit burada toplumu, bizi tepkisizleştirmenin de bir yöntemi haline gelmiyor mu?
Tabiî ki güzel değindin yani hem tutukluya kanıksatıyor bu zamana yayılmış ölümü, hem de onun ailesine, topluma kanıksatıyor. İnsanlar en azından yaşıyor diye şükretmeye başlıyor. Annem de ilk görüşe geldiğinde öyle demişti. Bir ülke düşün 15 günde 4 insan ölmüş. Bu büyük bir rakam. Bir anda 4 kişinin idamı infiale yol açar ama 15 günde 4 kişinin ölümü toplumda infiale yol açmıyor. Niye? Çünkü toplumsal dilde söylersek eceli olarak görülüyor.
Doğal bir süreçmiş gibi görülüyor…
Evet doğal bir süreç gibi görülüyor ve neredeyse kaderci bir yaklaşımla karşılanıyor. İçerideki arkadaşların beş yüzü hasta, iki yüz küsuru ağır hasta durumda. Burada sorumlu olan kurumlar var. Birincisi Adli Tıp. Adli Tıp da Hipokrat yemini etmiş doktorlardan oluşan bir kurum. Son vakalarda adli tıpın cezaevinde kalabilir dediği bir arkadaş, -ki akciğer kanseri- birkaç gün sonra vefat etti. İşin tuhaf tarafı adli tıp üzerinde baskı yapacak, “cezaevinde kalabilir raporunu nasıl verdin?” diye soracak bir üst kurum yok. Hasta tutsaklar meselesi adli tıpta düğümleniyor. Adli tıpın yanlı ideolojik tavrı değişmeden mahkemelerden de sonuç çıkması zor. Arkadaşlar kalp krizi geçiriyor, üç gün sonra bulunuyor, otopsi raporunda üç gün aç kaldığı yazıyor. Neden aç kaldı? Bunun cevabını hiç kimse veremez artık. Cezalandırıldı karavana mı verilmedi, yoksa o açlık grevinde miydi? Yani onun kalp krizi geçirirken son kez bakacağı, ah diyeceği, bir bardak su isteyeceği hiç kimsenin olmaması korkunç bir şeydir. Buna daha fazla katlanamayız artık. Her şeyin de bir yeteri vardır. Ve yirmi küsur yıldır içeride yatan arkadaş için bu işin ‘yeteri’ tamamlanmıştır. Dışarıdakiler için de büyük bir utanç. Yani tanıştıklarında “arkadaş hapisten çıkmış 30 yıl yatmış” dediklerinde kendimizi, biz de mücadele ettik dışarıda başka alanlarda, diye rahatlatabilecek miyiz?
“YAZMAK SAĞALTIYOR, İYİLEŞTİRİYOR”
İçeride yazmanın zorlukları nelerdir?
Yazmak aslında tutuklunun önünde hemen bir seçenek olarak beliriyor. Çünkü mektup yazmak zorunluluğu var. Başka hiçbir iletişim aracı yok. Yazmak başta ihtiyaçtan çıkıyor. Daha sonra da yazmanın sağaltığını iyileştirdiğini fark ediyorsun. Yazmak konuşmaktan daha mahrem. Çoğu arkadaş günlük tutardı mesela.Yazmak bu kitaptaki yazılarda olduğu gibi hem dışarıya sesini ulaştırmanın bir yolu, ben buradayım ölmedim direniyorum demenin bir aracı hem de bir sığınak. Orada oluşturulan kurulu düzenin dışına çıkmanın tek yolu.
İçeridekiler yazarken o kısıtlı mekan, ve bölümlenmiş zaman içerisinde nelerden besleniyorlar?
Belki de bu kısıtlılık o hayal gücünü tahrik ediyor. Geçmişten, çocukluklarından, okuduklarından, hayallerinden besleniyorlar aslında. İçerde geçmişle hesaplaşma, geçmişi sürekli didikleme hali var. Yani geçmiş tutsağın baş ucunda asılı durur. Çünkü bir şimdiki an var, bir de geçmiş var, gelecek yok. Dönüp dolaşılıp geçmiş anlatılır. Nostalji çoktur. Çünkü anlatma ihtiyacı unutmak istememekten kaynaklanıyor. Konuştukça tazeleniyor. Çocukluğa kadar geçmiş didiklenip durur. Derler ya çocukluk insanın anayurdudur. İçeridekiler için çocukluk meselesi çok ilginçtir. Çocukluk hazine gibi. Oraya sığınıyorsun.
“CEZAEVLERİ BEKLEME YERLERİDİR”
Kitapta “zaman taşlaşır” ifadesi var. En fazla anlamaya çalıştığım şey de zaman nasıl taşlaşır oldu. Zamanın taşlaşması nedir?
Zaman göreli bir kavram. Mesela İstiklal Caddesinde yürürken geçirdiğin bir buçuk saatle 4.75 metrelik bir hücrede geçirdiğin bir buçuk saat arasında çok büyük fark var. İçerideki bir buçuk saat neredeyse bir buçuk ay kadar uzun olabilir. Birisini ziyarete beliyorsan, mektup bekliyorsan, revire gönderdiğin arkadaşının akıbetini bekliyorsan, mahkemeye gönderdiğin arkadaşının ceza alıp almadığını merak ediyorsan… Ki cezaevleri bekleme yerleridir. Ne yaparsan yap beklemeyi öğrenmek durumunda olduğun yerlerdir. Hepimiz çok tez canlıydık. 20’li yaşlarında insan nereye sığabilir ki… Kimse hapishaneye sığamaz ama 20 yaşındaki bir insan hiçbir şekilde sığamaz. Mesela benim hapishanede aldığım ilk eleştiri hiç unutmuyorum o arkadaşı, “arkadaş yürümüyor koşuyor merdivenlerde bize çarpıyor” demişti. Koştuğumun farkında değilim ama. Hapishanede zamanı geçirmenin tek yolu okumak ve yazmak. Ceza kavramını kabul etmiyoruz da herkesin bir “cezası” var, bir yandan da onu bekliyorsun. Lanet olsun en takmadığın zamanda sayıyor bir tarafın.
“İÇERİDE GÜNLER YAVAŞ, YILLAR HIZLI GEÇER”
Bir de hapishanede şöyle bir zaman mefhumu var: günler yavaş, yıllar çok hızlı geçiyor. Bir bakıyorsun 3 yıl, 5 yıl geçmiş. Belki de bu söylediğimi şöyle de anlamak mümkün. O zamanlar koğuş ortamı çok canlı bir organizmaydı. Sabah kalkarsın, toplu spor yaparsın, spordan sonra duşunu alırsın sıcak su akıyorsa, yoksa kalp krizi geçirecek derecede soğuk suyla alırsın, kahvaltını yaparsın, dokuz buçukta toplu eğitime başlarsın, on iki buçuğa kadar sürer, on iki buçukta ara verirsin, saat birde öğle yemeği yersin, volta atarsın, lak lak yaparsın, kitap okursun, mektubunu ucundan yazmaya devam edersin saat birde tekrar oturursun, beşte toplu eğitimden kalkarsın, akşam yemeğini yersin, havalandırma kapısının kapamasına az kalmıştır, haberleri radyodaki BBC’den dinlerken toplu volta atarsın. Bu arada o zamanlar bireysel volta atmak da hoş karşılanmazdı bireysel başka şeyler gibi.
Aslında zamanı bölmüşsünüz sürekli…Tabi çok korkuyoruz boşluktan. Boşluk tanımayan bir yaşamımız var. Çünkü boşluk çürütücü bize göre. Bir yandan gerçeklik payı var. Korkuyoruz kendimizden, içeriden, içeride olmaktan korkuyoruz.
“34 BEDENİ 42 BEDENE EŞİTLEYEN YAKLAŞIM”
O boşluk anlarında içinde olduğunuz durumu düşünmekten mi korkuyorsunuz?
Evet belki de hayıflanmaktan korkuyor olabiliriz. Bir de toplu durmak istiyoruz. Bireysel durduklarında insanların düşeceğini düşünüyoruz. Toplu spor yapacağız, toplu eğitim yapacağız, toplu yatacağız, toplu kalkacağız… Özellikle tutuk evlerinde böyleydi. İç güdüsel bir şekilde böyle yapıyorduk. Bir yandan da içeride rehabilite olmak istemiyorduk. Bu bizim için çok sihirli bir kavramdır: “Rehabilitasyon”. Korkunç. Ha doktora gitmişsin sana akciğer kanseri olmuşsun kardeş kusura bakma demiş, ha da rehabilite olmuşsun içeride. Rehabilite olmak eşittir sivilleşmek. Bu yüzden mesela askeri disiplini meselesini çok abartıyorduk. Gündüz ranzalara oturmak, kestirmek yasak. Hasta değilsen asla uzanamazsın. Arada buzdolabından bi şeyler tırtıklayamazsın. Mesela annen pantolon falan getirdi diyelim, pantolonlar bir tarafa yığılır, tişörtler bir tarafa yığılır kimsenin ayrı dolabı olmaz (dolap var da kendimiz izin vermiyoruz). Sen otuz dört bedensin, kırk iki beden olan bir arkadaş anneciğinin aldığı pantolonu giyiyor zart diye genişletiyor. Böyle bir eşitleyici yaklaşımımız var.
“İÇERİDE KONSERVE GİBİSİN, DIŞARIYA ÇIKINCA ÇÖZÜLÜYORSUN”
Bir de bu zaman konusunda orijinal bir şey daha söylemek isterim şimdi konuşurken daha iyi anlıyorum. İçeride konserve gibisin. Bunu içerideki ve dışarıdaki arkadaşlarla da konuştuk hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz. Yani 21 yaşında içeri girdin mi dondurucuya konmuş bir kutu konserve gibisin. İhtiyarlamıyorsun da. Ya da garip bir şekilde, dışarıdaki insanların yaşlandığı gibi yaşlanmıyorsun. 21 yaşında girdin bir tarafın 21 yaşında kalıyor yüzün bile öyle. Bunun nedenleri nelerdir? Yaşamadığın için nasıl yaşlanacaksın ki? Fiziki yıpranma zımmi. Çünkü güneş yakmıyor. Denizin tuzu cildini etkilemiyor…Yani yaşamadığın için eskimiyorsun. Keşke yaşasan da eskisen. Tabi bu anlattığımı abartı ya da mecaz zannetmesin insanlar. Tabi ki yaşlanıyorlar, gencecik girip kırk yaşlarında saçları kırlaşmış çıkıyorlar. Ama o yaşta gibi değil, kendisi de, vücudu da, davranışları da. Mesela cezaevinden çıkıyor 53 yaşında bir delikanlı. Fakat sonra ne oluyor biliyor musun? Çıkıyor ve hızla çözülmeye başlıyor bir konservenin çözülmesi gibi. Dışarıda çok çabuk yıpranıyor. Yani zamanın taşlaşması, dondurulması sanki bedenlerimizde de izini bırakıyor gibi.
“KADINLIĞIN İŞKENCE ARACINA DÖNÜŞÜYOR”
Koğuş sisteminde ya da f tiplerinde tecrit altındayken, kadın ve erkek mahkumlar benzer zamansal-mekansal ortamlarda bazı uygulamalara maruz kalıyorlar. Peki bununla baş edebilme yöntemleri de benzer mi? Bununla bağlantılı olarak cezaevinde uygulanan politikalar cinsiyetsiz midir sizce? Kadına da erkeğe de aynı derecede, aynı yöntemlerle muamele edildiğini söyleyebilir misiniz?
Bu çok önemli bir konu. Cezaevindeki politikaların genel olan yanları da var ama özel uygulamaları da var. Zaten bunu cezaevinden değil, sorgudan itibaren almak lazım. Sorguya, emniyete düştüğün zaman, kadınlığın senin için özel bir işkence aracına dönüşüyor. Yapmasalar bile her arkadaş tecavüzle tehdit edilmiştir. Ve aklının köşesinden geçmiştir acaba yaparlar mı, yaparlarsa ne yaparım, kime ne anlatabilirim diye. Erkek arkadaşların da cinsel organına elektrik vermişlerdir. Ama bir kadının göğüslerini sıkmaları ve o anda ettikleri küfürler başka. Orada zaten kadınlık başlı başına bir tehdit ve işkence aracı. Bir arkadaşımız vardı. İki yaşında bir bebekle geldi cezaevine. Çocuğun kollarında sigara yanıkları vardı. Ve o yanıklarla büyüdü. Azad Tokmak adı. Yani annesini konuşturmak için 2 yaşındaki Azad’ın sırtında kollarında sigara söndürmüşler. Burada analık da bir işkence aracı. Orada mesela annenin canından can gitmiş midir, delirmesi muhtemel midir… Erkekler ele geçirildiği zaman onları cinsel ve ahlaki olarak suçlamıyorlar. Kadın siyasi tutuklu solcuysa, komünistse, yurtseverse zaten “orospu” olarak görülüyor. Kadın kimliğine ahlaki saldırı yapılıyor ve kirletiliyor. Ve o kadar çok meşrulaştırıyorlar ki bunu. Aramalarda çıplaklığını sana karşı kullanıyor. Ama bu uygulamalarla baş edebilme yolları tabiî ki benzer: okuyarak, yazarak, direnerek, birbirlerini tanıyarak, yoldaşlık ilişkilerini güçlendirerek.
“NEREDE AĞLAR ERKEK ARKADAŞLAR?”
İçeride kadın olmak?
İlk başta şunu düşünüyorsun: ben bir grup kadınla 10 yıl nasıl bir arada kalacağım bu daracık yerde? Bir çoğumuz kadın kimliğimize de yabancıydık. Kendi cinsinden kaçıyorsun, küçümsüyorsun, rakip görüyorsun… Sonra birbirini keşfediyorsun, birbirine ne kadar benzediğini görüyorsun. Yaralarını ancak birbirinden güç alarak iyileştirmek mümkün, anlıyorsun. Kadın olmak güzel oluyor o saatten sonra, şenlik oluyor yani. Erkek koğuşlarına baktığımda muntazam, daha düz, renksiz. İlişkileri de düz. Mesela kolay kolay birbirlerinin omuzunda ağlayamazlar. Merak ediyorum nerede ağlar erkek arkadaşlar? Serpil arkadaş çok güzel ağlardı. Ben o kadar güzel ağlayan bir insan hayatımda görmedim. Bir de kadın koğuşlarında her şey ayin gibi yapılıyor. Cezaevinde temizlik yapılırken ikinci katın merdivenlerinden köpükler foş foş akıtılır. O köpüklere bakarken herkes bir arınır. Gürültülü şenlikli bir hayat girer temizlikle birlikte koğuşa.
Tam da burada bitmeli bu röportaj: Herkes arınsın diye.
Teşekkürler Sibel Öz.
Kaynak: www.jiyan.org
- 4 gösterim