SELÇUK KOZAĞAÇLI 2 BİN GÜNDÜR TUTUKLU: Tespih

Melankolik veya hayalperest değilseniz, nostaljinin yahut hüznün pençesine düşmemişseniz hapishane hep şimdiki zamandadır. Zaman, mekânın “peteklerine sızarak” korunur ve ne geçmişe dönüşür ne geleceğe izin verir: Bugün, burada, direnir; çalışır; yaşarsınız.

Selçuk Kozağaçlı İstanbul - BİA Haber Merkezi 05 Mayıs 2023

Payıma düşen kar

Şapkama yağdığı kadar

Öyle önemsiz*

*Kyoshi, Çev. Cevat Çapan

Bu akşam, güneşi iki bininci kez tel örgülü duvarın üzerinden batırıyorum.

Pandeminin, depremin, iş cinayetlerinin, faşizmin ortasında payıma düşen zulüm, şapkama yağdığı kadar; o kadar önemsiz.

Yorulmadım, durmadım; yavaşlamadım bile!

Mücadeleye devam.

Biz kazanacağız.

Ateş kehribarı -pek zarif- bir tespihim var bu aralar.

Bizim siyasi kültürümüz, sokakta yaydığı hafiften lümpen havası, hapishanede ise okuyup yazacak eller için gereksiz meşguliyet sayılan döngüsel imajı nedeniyle pek makbul bir aksesuar olarak kabul etmese de ben severim.

Tespih, kefaret cinsinden özenle sayarak yerine getirmemiz gereken yükümlülüklerimizi aritmetik açıdan toplamaya -abaküs gibi- yardımcı olur; tefekkürü yani derinlemesine düşünmeyi kolaylaştırır.

Hristiyanlık, Budizm ve İslam’da sadece ibadetle değil belli belirsiz bir kaygıyla da ilişkilendirilmiştir: Worry Beads. Bilinmeyen hesaba duyulan merak yahut zamanın sormadan gelip geçişinden duyulan üzüntü diyelim: Tasa Boncukları. Bilhassa Müslümanlar için tespih, adıyla akraba bir faaliyetin temsili gibidir. Tesbih etmek; “Sübhanallah” diyerek Allah'ı bütün kusur ve eksiklerden tenzih etmek anlamına gelir. Tenzih kelimesini çok kullanmıyorsanız; toz kondurmamak veya kabahatten arındırmak diyelim.

Bu önemlidir.

Çünkü gayet iyi bildiğimiz gibi dünya, katlanması güç kusur ve eksiklerden, gerekli ve gereksiz kötülüklerden, kesif acılardan, zamansız kayıplardan yoğrulmuşa benzemektedir. Kaçınılmaz “zorunluluk” tenzih edilmeden -hiç değilse paranteze alınmadan- “irade”ye yer açılamaz.

Ben de elimdekini benzer bir amaçla kullanıyorum: Tanrı’yı -en azından Spinoza’nın Tanrı’sını; Deus sive Natura- başıma gelmiş şu sakil tutsaklığın sorumluluğundan tenzih etmek için. Fizik dünyadaki her değişimi -mesela tutsak düşmenin, gerçek bir halden hale geçiş (modificato) sayılabileceğinden emin olabilirsiniz- sadece maruz kalma (passio) olmaktan çıkarıp eylemde bulunmaya (actio) dönüştürebilecek güç burada saklıdır. Spinoza ona, potentia agendi der: Eylemde veya edimde bulunma kudreti.

Yaşamım boyunca kemikten, zeytin çekirdeğinden, kaplumbağa kabuğundan, sedeften, Oltu taşından, plastik boncuktan ve kehribar damlalarından tespihlerim oldu. Kaybettiğim müvekkillerimden hatıra kalanlar, şimdi uzaktaki sevdiklerimin ve bugün hala tutsak olan dostlarımın hediye ettikleri var. Bazıları dışarıda bir çekmecenin içinde dönmemi bekliyor; bazılarını da ben hediye ettim ve maalesef elimde tutamayıp yitirdiklerimi bile hiç unutmadım. Tespihleri gerçekten severim.

Dini kökeni her kültürde belirgin olmakla birlikte İstanbul, Atina -onlar komboloi der- Karakas veya Katmandu sokaklarında, genç erkekleri bağımlılıkla büyülediği anlaşılan maço şakırtısını dinlediğim bu tek sıralı abaküs handiyse evrenseldir. Daha sakin -soylu bir metanetle- taşıyan yaşlı kadınlar tanıyorum; ben de sallamaktansa onlar gibi sayarak çekmeyi tercih edenlerdenim.

Şimdi size -başınıza gelmiş kötülüklerin hesabını sormaktan vazgeçmeksizin- maruz bırakılmışlığınızı tesbih edip, kırılgan failliğinizi -daha doğrusu eylemli oluşun/ bilfiilin ta kendisini- tecbir edebileceğiniz bir tespih kullanım kılavuzu sunayım. Normalde daha sade konuşabiliyorum ama bu antika aksesuarın üç bin yıllık havasına girmiş durumdayım. Tespih, tesbih ve tenzihin anlamları üzerinde anlaşmıştık; tecbir ise kırık kemiği sarıp iyi etme anlamına gelir.

Tutsağın kırılan kemiği failliğidir.

Neden hapisteyim?

Kısa ve yetersiz cevap: Faşizm var. Yeni Sömürge ülkemize “parlamenter demokrasi” kılığında çöreklenmiş gizli ve sürekli faşizmin son on yılı boyunca, bir kısmı ipliği pazar çıkmış sahtekârlardan bir kısmıysa korkak ve çapsız memurlardan oluşan polis ve adliye bürokrasisi, hakkımda düzmece deliller ve kurgu tanıklarla dava yürütüp hüküm kurduğu için buradayım. Yani bir kötülüğe maruz kaldım: Passio. Kulağa yeterince melodramatik ve tatmin edici geliyor. Ancak bu saman kafalıların yaşamımdaki rollerini küçültecek gerçek bir cevaba duyduğum ihtiyaç azalmıyor.

Uzun -ve bence daha ikna edici- cevap için önce tespihin anatomisi hakkında birkaç bilgiye ihtiyacımız var.

Bendekinin ilk dikkat çekici parçası; ucuna, üstünde aralıklı yedi farklı parça taş dizilmiş uzunca bir kamçı bağlı İmame’si. Tek hattan ibaret olmasaydı püskül de diyebilirdik.

Dikey hiyerarşiye sahip klerikal payeler barındıran Hristiyanlığın aksine, İslam’da dini görevlerin yatay bir dizilime sahip olduğu kabul edilir. “İmam”, en yukarıdaki değil en öndeki anlamına gelir. Liderlik meziyetine sadece Allah’a yakınlıkla -yukarıya doğru- değil, ancak ümmetin önünde, sorumluluk ve tehlikeyi ilk elden göğüsleyerek sahip olunabileceğini ima eden hoş bir fikir. “Öncü”den ben de buna yakın bir şey anlıyorum; yol gösterenden çok yolu açan, kalabalığın üstüne kurulan değil önüne düşen. En öndeki üç boğumlu uzun taşın adı bu nedenle “İmame”.

13 yıl hapis. Yedi taşlı kamçı, üç boğumlu imame ve ilk etabı tamamladığımızı parmak uçlarımıza usulca hissettirecek küçük yassı ayraç taşına kadar art arda dizilmiş on bir boncuk. Üç, yedi, on bir, on üç. Asal sayılarla çalışmanın, Pitagorasçı mistik faydalarına inanmıyorsanız bile en azından düşüncelerimizi bir arada tutmaya, tam sayılara bölünerek yahut çarpanlarına ayrılarak dağılma tehlikesinden korumaya yaradığını kabul edin. Asal sayı, bir tür ideolojik netlik gibidir. Her neyse, tespih anatomisinin temeli yaklaşık olarak böyle; kalanı tekrar sayılır.

Uzun cevabı arıyoruz dediysem, sizin için otuzüçlük bir versiyonum var; doksan dokuz veya dokuz yüz doksan dokuzluğunu evde kendiniz denemelisiniz. Hepsinin çalışma prensibi aynı, şöyle yapılıyor: Kötü hale dair bir soru sorup cevaplarınızı asal sayıların döngüsüyle sınırlayacaksınız.

Benim sorum: Niye hapisteyim? Tabii siz kendi sorunuzu kendiniz bulun ve size bağlı olmayan nedenlerin hepsini paranteze alın. Faşizmin ancak büyük, tombul, köşeli bir paranteze sığabileceğinin farkındayım ama yine de almalısınız çünkü mesele “bugünün” iktidarından çok sizinle ilgili ve diyelim ki sırf hükümet değişti diye değişmeyecek şeylere dair düşünmeye çalışıyoruz.

On bir temel kavramı üçer kez tekrar edeceğiz; ilkinde “kişisel”, ikincide “mesleki” ve üçüncü turda “siyasal” açıdan faillimizin hapiste bulunmamızla ilişkisini arıyoruz; otuzüçlük bir liste. Pekiyi hangi temel kavramları kullanacağız? Dikkatlice bakınca, her insanın konuşurken, yazarken, hatta düşünürken etraflarında dönüp durduğu, kendine ait dil haritasına işlenmiş özel kelimelere sahip olduğunu fark edeceksiniz. Edebi üsluptan veya Canetti’nin akustik maskesinden değil düşünürken kaçamadığımız sınır taşlarından söz ediyorum. Benim favori on birim sırasıyla şöyle: Yoksulluk, Kimlik, Kolektif, Emek, Umut, Aşk, Vefa, Kavrayış, Tahammül, Ölüm ve Beceriksizlik.

O zaman ilk etap kişisel. Ben tespihe bakarak çekmeyi severim ama voltada elini arkaya atıp beş yıllık alışkanlığın ustalığına güvenmek de mümkün.

Birinci boncuk Yoksulluk:

Hayatım boyunca hiç yoksulluk çekmeyecek kadar şanslı olmama rağmen, insanları acımasızca çaresiz bırakarak yaşama yabancılaştıran, ömür çürüten bu varoluş, beni hep dehşete düşürdüğü için; yoksulluğun varlığına alışamadığımdan hapisteyim.

İkinci boncuk Kimlik:

Bu ülke açısından ağzında gümüş kaşıkla beyaz, Sünni, Türk, erkek doğup engelsiz bedene, kâğıtlı yurttaşlığa, kayıtlı evliliğe, diplomalı mesleğe sahip varoluşum, herhangi bir “ezilen kimliği” ile özdeşleşmeme izin vermediğinden, adaletsizlikle “kimlik” dışında mücadele sebepleri bulmak zorunda kaldığım için hapisteyim.

Üçüncü boncuk Kolektif:

Gerçek bir aileye, harika bir kardeşe, sonsuz güven ve sevgi duyulan ev arkadaşlarına, sıkı dostlara ve nihayet muazzam yoldaşlara sahip bir adam; yaşamın ancak kolektif bir kavranışının insan varlığını tamamlayabileceğini daha küçük yaştan öğrendiği, yıllar geçtikçe “ben” yerine “biz” demenin güzelliğini -her seferinde deneyerek- doğrulayabildiği için hapisteyim.

Dördüncü boncuk Emek:

Düşünmeyi, söylemeyi, istemeyi, eleştirmeyi, reddetmeyi ancak bizzat eylemeye başladığımızda gerçekten öğrenebildiğimizi, emeğin sadece üzerinde çalışılan nesneyi değil sahibini de dönüştürdüğünü gördüğüm ve bu nedenle kendi yapabileceğim hiçbir işi başkasından isteyip yapılmasını beklemediğim için hapisteyim.

Beşinci boncuk Umut:

Başarısız olmaktan, sesimin duyulmamasından, utandırılmaktan, elimdekini yitirmekten, dayaktan, tutuklanmaktan, işkenceden, linçten ve daha bir sürü şeyden korktum ve hepsi de geldi başıma ama bu sırada insandan, yeniden başlamaktan, bir daha denemekten -bu sefer başarmaktan- çünkü yaşamaktan hiç umudumu kesmediğim için hapisteyim.

Altıncı boncuk Aşk:

Sadece çok sık âşık olduğum yani dünyayı ilk defa iki ayrı insanın gözünden aynı anda görme ihtişamını yaşayanın bundan asla vazgeçemeyeceğini erken yaşta anladığım için değil bunu otuz yıl boyunca durup durup aynı kadına âşık olarak kavradığım ve tutsaklığın onu sevmeme de onun sevdiği adam kalabilmeme de hiçbir engel yaratmadığını fark ettiğim için hapisteyim.

Yedinci boncuk Vefa:

Benim “ben”den ibaret olmadığımı, yarım yüzyıldır ayakları -mümkün oldukça- yere bassa da gözleri hep gökyüzüne çevrilmiş bu bedeni, kendisine yetecek kadar aklı, kendi kararlarını verebilecek dinginliği ve cesareti bana öğretmiş bütün “öteki” insanlara, “ben”in aslında öteki olduğu fikrinden büyülenerek, sonsuz bir vefa duygusuyla kendimi bağlı ve borçlu hissettiğim için hapisteyim.

Sekizinci boncuk Kavrayış:

Öyle yaşamın anlamını falan çözdüğümden değil fakat herhangi bir olguyu gerçekten anlamlandırabilecek kadar iyi kavradığımda çok heyecanlandığım ve her seferinde artık eskisi gibi, bilmiyor, anlamamış gibi yaşamayı kendime yakıştıramadığım için hapisteyim.

Dokuzuncu boncuk Tahammül:

Dakikada iki kere sosyal medya hesabıma göz atmadan; tereyağına kırılmış yumurta yemeden; sevdiklerime dokunmadan; denize, dağa, ırmağa, ağaca bakmadan da yaşayabileceğimi; bu duvarlara ve parmaklıklara tahammül edebileceğimi gördüğüm için sızlanmadan, şikâyet etmeden, çürümeden, azalmadan, kararmadan, solmadan, ekşimeden yaşamaya devam edip tutsaklığın beni yolumdan çevirmesine izin vermeyeceğimi bildiğim için hapisteyim.

Onuncu boncuk Ölüm:

Özgür bir insanın hiçbir şeyi kendi ölümünden daha az düşünmemesi gerektiğini kabul ettiğim ve o an gelinceye kadar elimdeki yaşamla yapabilecek her güzel işi denemeye kesinlikle kararlı olduğum için hapisteyim.

On birinci boncuk Beceriksizlik:

Sadece “bilmenin” yetmediği yüzlerce doğruyu, çocukluğumdan beri gayret ettiğim halde bir türlü layıkıyla “yapabilmeyi” beceremediğim, eksik bıraktığım, yetersiz çabaladığım için ders olsun diye de hapisteyim elbette; yoksa marifet olmadığının gayet farkındayım.

Nihayet ayraç taşı. Kişiseli siyasaldan, kamusaldan, meslekiden ayırmanın güçlüğünü hatırlatmak ister gibi hafif, ancak parmakla hissedebilecek yarı şeffaf bir ayraç.

Esasen tespihin nasıl çalıştığını anlatabildim sanıyorum: Actio. Size bir şey yaptıkları için değil siz bir şey yaptığınız için hapiste olduğunuzu düşünün ve bu faillik size yapılabilir yeni şeyler için güç versin. Parmaklarınızın aklınızla birlikte çalışmasına izin verin.

Yassı taşı takip eden etap mesleki; kavramlar aynı. Asal sayıları seviyorum.

O zaman on ikinci boncuk yeniden Yoksulluk:

Yaşam kalitelerini düşürmeden ödeyemeyeceklerini bildiğim hiç kimseden vekâlet ücreti istemeden, gerektiğinde tüm yargılama giderlerini ve masrafları bularak ve hepsinin zaten görevim olduğuna inanarak yoksulların avukatlığını yaptığım için hapisteyim.

On üçüncü boncuk yeniden Kimlik:

Bir yoksunluk alanında uzmanlaşıp sadece o davalarda avukatlık yapmak yerine, temel adaletsizliğin mülksüzleştirilmek olduğuna inandığım ve bu yüzden hem mülksüzlerin hem de onları “mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek” üzere yola çıkanların avukatlığını üstlendiğim için hapisteyim.

On dördüncü boncuk yeniden Kolektif:

Bir büroda tek başına senet, vekâlet, dosya, fatura veya para saymaktansa çeyrek yüzyılı sadece gelir ve giderde değil kaderde de ortaklık yapmış kocaman avukat komünlerinde çalışarak geçirdiğim, Halkın Hukuk Bürosu avukatı, Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi olduğum için hapisteyim.

On beşinci boncuk yeniden Emek:

Avukatlığı “olunacak” şey değil “yapılacak” iş kabul ettiğimden; güzel dilekçe hazırlamayı, ısrarlı gözaltı takip etmeyi, duruşmalarda sıkı konuşmayı, hapishaneleri sık ziyaret etmeyi, grev gözcülüğünü, barikat sözcülüğünü, otopsi tanıklığını, defin ruhsatı sahipliğini, yollara düşmeyi, az uyuyup geceleri yazmayı, yolda okumayı avukatlık emeği içinde gördüğüm, üşenmediğim için hapisteyim.

On altıncı boncuk yeniden Umut:

Dilekçelerimin etkisizliği, duruşma konuşmalarımın dinlenmeyişi, adliyenin her gün biraz daha çürüyüşü; cehaleti, liyakatsizliği, havuzu, rüşveti, nüfus ticareti; hukuk kapılarının kapanışı; yasa bekçilerinin koşum saltanatı, sahte şatafatı artık “hukukun adaleti”ne bile erişimi imkânsız kıldığında sadece dönüp yeni bir yol buluncaya kadar karamsarlığa kapıldığım ve her seferinde bir yol daha bulunacağından, bulamıyorsak yeni bir yol yapacağımızdan umudumu hiç kaybetmediğim için hapisteyim.

On yedinci boncuk yeniden Aşk:

Sadece bir insana değil, bir mesleğin insanlara verebileceği mücadele gücüne de âşık olunabileceğini; avukatlığın bir unvan ve hatta bir iş yerine, bütün iniş çıkışlarıyla, aşk gibi yaşanabileceğini fark ettiğim için hapisteyim.

On sekizinci boncuk yeniden Vefa:

Bu güzel mesleği benden önce, benimle birlikte –umarım- benden sonra da hakkıyla yaparken tutsak düşen, meslekten çıkarılan, yoksulluk çeken avukatlara ve sadece onlara değil; çaresiz kalarak hayallerini unutup berbat koşullarda asgari ücretli işçi avukatlıkla yaşamlarını sürdürmeye çalışan bütün meslektaşlarıma duyduğum vefa borcunu hep omzumda hissettiğimden, bu meslek için bir şeyler yapmaya çalıştığımdan hapisteyim.

On dokuzuncu boncuk yeniden Kavrayış:

Hukukun ne olduğunu anlamanın aslında dünyanın hukuk ile anlamlandırılmasının mümkün olmadığını bilmekten ibaret olduğunu hızlıca kavradığım halde iyi avukatlık yapmanın değerine hala inanabildiğim için hapisteyim.

Yirminci boncuk yeniden Tahammül:

Önümüze “Adalet Sistemi” diye konulmuş korkak, cahil ve çıkarcı utanmazlıkla muhatap olmaya tahammül çok güçleştiğinde bile hiç değilse mücadele edebilecek kadar tahammülün, hesap sormanın ön koşulu olduğunu fark ettiğim için hapisteyim.

Yirmi birinci boncuk yeniden Ölüm:

Yapabileceğimin en iyisini yapmayı; öyle yaptıkları için katledilen Fuat, Faik, Medet, Tahir, Ebru ve diğerlerinin mesleğimizin önüne koyduğu, ölümcül de olsa erişilmesinden kaygılanılmayacak, bir kariyer çıtası olarak gördüğüm ama henüz bu nedenle öldürülmediğim için hapisteyim.

Yirmi ikinci boncuk yeniden Beceriksizlik:

Mesleğimizi, meslek örgütlerimizi, meslek içi eğitimimizi, meslektaş ilişkilerimizi, emeğimizi, potansiyelimizi ve gücümüzü bir türlü ıslah edip dünyayı değiştirmek için heyecan verici bir yola sokamadığımız; mesleği, el birliği ile terk edildiği lonca çürümüşlüğünden kurtarmayı beceremediğimiz için hapisteyim.

Nihayet ikinci ayraç taşına geldik. Ateş rengi, yarı saydam incecik ayrımlar; her şeyin nasıl birbirine bağlı olduğunu, nasıl birbirine değerek çoğaldığını unutturmamak için. Çok mu uzadı? Belki. Tespih sabır işi, ben son etabı da çekeceğim; siz de sizinkinde sağlam durun. Son etap siyasal;

O zaman yirmi üçüncü boncuk son kez Yoksulluk:

Zenginliğin bilinen tek sebebinin yoksulluk olduğunu; üretim biçimi değişmeden, üretim ilişkileri dönüşmeden ve üretim araçlarının özel mülkiyetine el atılmadan sadece “paylaşımı” düzeltmek iddiasının, mevcut rezilliği kabul etmekten başka bir anlam taşımadığını bilecek kadar Marx okuduğum için hapisteyim.

Yirmi dördüncü boncuk son kez Kimlik:

Haklarından yoksun bırakılmış “kimliklerin” mücadelesine duyduğum derin ilgi ve dayanışmaya rağmen hala temel meselemizin politik iktidarı kuşatmak, ele geçirmek olduğuna ve tüm toplumsal formasyonu dönüştürmeye buradan başlamak gerektiğine ikna olacak kadar Lenin okuduğum için hapisteyim.

Yirmi beşinci boncuk son kez Kolektif:

Örgütsüz bir halkın kendi kaderini bizzat çekip çevirmek için asla iktidara talip olamayacağını gördüğüm; bu talebin karşılaşacağı ekonomik, ideolojik yahut politik sorunların ancak kolektif akıl ve irade ile mücadeleye konu edilebileceğini anlayacak kadar Çayan okuduğum için hapisteyim.

Yirmi altıncı boncuk son kez Emek:

Devrimi “olacak” değil “yapılacak” bir iş olarak kabul ettiğim ve o işin; en küçük emeği, en önemsiz sıfatla, sıra neferi bilinciyle üşenmeden, bıkmadan, yılmadan sarf etmeksizin yani elini altına koyacak taşı bulmaksızın başarılamayacağını öğrendiğim için hapisteyim.

Yirmi yedinci boncuk son kez Umut:

“Böyle gelmiş böyle gider” karamsarlığından, “ne yapsak boş” nihilizminden tiksindiğim; en ağır yenilgiden sonra en zayıf, en az, en etkisiz göründüğümüz zamanda bile yarattığımız örgütlü çekirdeğin mayalandığını bildiğim; sadece bir temenni olarak değil bilimle, akılla, iradeyle sosyalist bir dünya inşa edilebileceğine dair umudumu ve halka güvenimi hiç kaybetmediğim için hapisteyim.

Yirmi sekizinci boncuk son kez Aşk:

Sadece zaman hızlandığında değil yavaşladığında da devrimi hayal etmeyi, yani “devrimci olmayan durumda devrimci kalabilme” sadakatini; ancak ayaklanmada yakalanmış erotizmin ve devrimci teoride kurulmuş estetiğin inşa edeceğini hissedebilecek kadar sırılsıklam âşık olduğum için hapisteyim.

Yirmi dokuzuncu boncuk son kez Vefa:

Bekleyenim olmadığı için değil, devrimcilik yapmak; sizi sevenlere, size ihtiyaç duyanlara yani onlardan esirgediğiniz vaktin özlemini çekenlere vefasızlık etmekten korkmadan, “Evinde ağlayanların gözyaşlarını ağır bir zincir gibi boynunda…” taşımayarak mümkün olduğundan ve halka gösterdiğimiz vefa, onun içindeki tüm sevdiklerimizin bizden beklediği özel ilgiyi de karşılayacağı için hapisteyim.

Otuzuncu boncuk son kez Kavrayış:

Dünyayı bir kere tarihsel materyalist kavrayışla kucaklayanın, ortada soyut insan değil süreğen bir insan oluş bulunduğunu fark edeceğini; eldeki kusurlu mevcudu yeniden üretmek dışında faydası olmayan bir yaşam yerine, potansiyelin elverdiği bir tamamlanış için hiçbir gayreti esirgemeyeceğini anladığım için hapisteyim.

Otuz birinci boncuk son kez Tahammül:

Devrimciliğin dünya üzerinde icat edilmiş en zorlu, en meşakkatli, en tehlikeli uğraştan ibaret olmayıp aynı zamanda dünya üzerindeki en keyifli hal olduğu bilinince, eziyete tahammül edebilenlerin aslında keyiflerine ne kadar düşkün insanlar olduğu çözüldüğünden, bu keyiften vazgeçmek bana da mümkün görünmediği için hapisteyim.

Otuz ikinci boncuk son kez Ölüm:

Ne zaman değil nasıl öldüğümüzün, ne kadar değil nasıl yaşadığımızı belirleyeceğine inandığım ve elbette ölenlerin dövüşerek öldüğünü, güneşe gömüldüğünü; şimdi onların -ve şimdiden kendi potansiyel ölümümüzün- yasını tutmak yerine dört elle mücadeleye sarılmanın, en doğru yaşam biçimi olduğunu bildiğim için hapisteyim.

Otuz üçüncü boncuk son kez Beceriksizlik:

Bu topraklarda bin yıldır dövüşüp, kıyam edip, çift bozup, tatil-i eşgal edip, ortaklaşıp, birleşip, ayrılıp hâlâ devrim yapmayı beceremediğimiz gibi -her ne kadar yatmak bazı marifetler gerektirse de tutsak düşmek marifet olmadığından- her devrimcinin ilk öğrenmesi gereken şeyi, “tutuklanmama güzel sanatını” öğrenemediğim için de hapisteyim elbette; beceriksizliğimden.

Elimiz tekrar en öndekine erişti nihayet; öncüye: İmame. En ön sadece rüzgâra ve darbeye açık diye sızlanmak ayıp olur, çünkü manzarası da güzel; geleceğin manzarası.

“Sübhanallah” o zaman.

Eksiklik ve kusur da aynı meziyet ve irade gibi bizim: Sadece yenilgilerimizin sesi ve zaferimizin habercisiyiz.

Tutsağın zamanı şimdiki zamandır. Burada zaman sizinkinden farklı akar. Melankolik veya hayalperest değilseniz, nostaljinin yahut hüznün pençesine düşmemişseniz hapishane hep şimdiki zamandadır. Zaman, mekânın “peteklerine sızarak” korunur ve ne geçmişe dönüşür ne geleceğe izin verir: Bugün, burada, direnir; çalışır; yaşarsınız.

Bu garip zaman kavrayışı, tutsağın dil bilgisini zaman kipleri yönünden zenginleştirir. Sizin basitçe gelecek veya geçmiş zaman zannettiklerinizin iç içe geçişlerinin o gayet farkındadır. Onun en çok ihtiyaç duyduğu “Bitmiş Gelecek Zaman”dır. Fransızlar futur antérieur der. Bu nefis geçişlilikte tespihe soracağınız soru şudur: “Böyle yaparsam/yapmazsam, her şey bittiğinde ne olmuş olacağım?” Şimdiki zamandan, hatta geçmiş ve gelecek zamanlardan daha incelikli, işte böyle bir dil bilgisi gerekir düşkünlükten korunmak için. Failin gelecek ve geçmiş zamanlarının, tutsağın şimdiki zamanına uzatılmış elleri gibidir bu zaman kipi.

Ne demek her şey bittiğinde? Henüz olmamış olan yaşanıp bittiğinde demek. Zamanın Ruhu kaybolduğunda; şimdiki zamanı, şimdiki zamanda kendisini kurtarmaktan ibaret sananın vakti geçtiğinde; iktidarın eteğine tutunarak zorbalık yapanın gölgesi kısaldığında; güneş kağnının üzerinden aşıp gölgedeki iti kendi cirmi ile yüzleştirdiğinde... Nasıl seviyorsanız: Faşizm yenildiğinde, salıverildiğimde, öldüğüm zaman arkamdan, unutulduğumda boşlukta ne olmuş olacağım? “Olmuş olunacak olanın” zamanı, tutsağın gerçek dil bilgisidir. Asla teslim olunamayacak bir zaman; çünkü gelecekte de olsa zaten bitmiş, dövüşülmüş ve kazanılmış zaman. Onurun zamanı.

Dilbilgisi sevmeyene hayat bilgisi önerebilirim: “Kaynağa ulaşmak için akıntıya karşı yüzmeli, akıntıyla yüzüp giden çöptür sadece.”

Tutsak olmak şart değil, akıntıya karşı yüzün. Biz kazanacağız.

(SK/AS)

Kaynak: BİANET