TUTSAK YAZAR MURAT TÜRK NASIL SÜRGÜNE GÖTÜRÜLDÜĞÜNÜ YAZIYOR

 

“gece, saat 02:00 civarı kapımız açıldı, biz uyuyorduk. Adımı çağırdılar. Kapıya geldim. “Naklin var” dediler. Yani yolcuyum. Üç saat sonra da yola çıkacağım. Eşyalarımı, kitap, yazı, elbise vb. toplayarak hazırlandım ve sabah saat 05.00’te arkadaşlarla vedalaşarak odadan çıktım. Nereye “tayin” olduğumu söylemiyorlar.”

Murat TÜRK S Tipi Hapishane A-34 Döşemealtı/ANTALYA

 

22.05.2023

Değerli Barbara, Değerli Willi,

                İkinize de en içten selamlar ve sevgiler ileterek iyi olmanızı diliyorum. Buraya geldikten kısa bir süre sonra bir kartınızı aldım. Hızınıza hayran kaldım:) Yanımda, yanı başımdakileri değil de çoook uzaktaki siz güzel dostları en önce bulmak, beni çok sevindirdi.

                Sizin deyiminizle “tayinim” Antalya’ya çıktı:) Nasıl çıktı, derseniz, devlet Ankara’dan düğmeye bastı, ben de buraya ışınlanarak “tayin” oldum. Devlet “sevk”-“nakil” der; biz ise “sürgün”. Esası “sürgün”dür. Onlar kavramları özünden boşaltarak en insanlık dışı uygulamayı bile süsleyerek sunuyorlar. Biz ise, durumun içeriği neyse o… Meseleyi felsefi doğasıyla ele alıyoruz. Şimdi bu “tayin” yolculuğumu yazayım size.

                1 Mart 2023 gecesi, saat 02:00 civarı kapımız açıldı, biz uyuyorduk. Adımı çağırdılar. Kapıya geldim. “Naklin var” dediler. Yani yolcuyum. Üç saat sonra da yola çıkacağım. Eşyalarımı, kitap, yazı, elbise vb. toplayarak hazırlandım ve sabah saat 05.00’te arkadaşlarla vedalaşarak odadan çıktım. Nereye “tayin” olduğumu söylemiyorlar. Güvenlik gerekçesinden dolayı bu bir sır olarak kalacak ve sonuç sürpriz gibi gelecek. Biraz sordum, sohbet ettim, konuştum: biri ağzından kaçırdı. “Antalya “dedi. Antalya’da da çok cezaevi var. L Tipi, S Tipi, Yüksek Güvenlikli Tip, Y Tipi... Bir de geniş bir kampüs ve açık cezaevi var. Dağların ovaya indiği, ovanın ise kilometrelerce sonra Akdeniz’e indiği bir düzlükte yer alan devasa cezaevlerini düşün… Bir zindan imparatorluğu gerçekten. Yan tarafta da atların koştuğu çok büyük bir hipodrom var. Burada da at yarışları düzenlenir. Benim geleceğim yer S Tipi Cezaevi. İlçe olarak Döşemealtı. Ama biz tam da dağ altındayız. Arada bir rüzgar dağların kokusunu otlarla, tozlarla, kuş kanatlarıyla buraya kadar taşır.

                Böylece İzmir Şakran’dan sabah karanlığında yola çıktım. Denizin kenarından ışıklı gemileri, uzak köylerin ışıklarını, görünebilen yıldızları izleyerek epey yol aldık. Aliağa, Menemen, Manisa… Derken, Manisa’da çok görkemli Spil dağı var. Eski Yunan mitolojilerinde de geçer ve yaban atlarının mekânıdır. Oradaki atlar zapt edilemeyen atlardır. “Yılkı Atları”… O dağı çok merak ediyordum. Resimlerini çok görmüştüm, ama tam da altındaki yoldan geçmek nasip oldu ve dağa doya doya baktım. Sonrası, Denizli’ye kadar üzüm bağları, işlenmiş birbirine benzeyen sayısız bağ ve her bağda küçük beyaz bir kulübe… Sanki araba gitmiyor, durmuşuz. Manzara hep aynı. Arada bağda çalışan tek tük köylüler, çocuklar, atlar, inekler, köpekler…

                Denizli’ye yaklaşınca, yüksek dağların arkasında, bulutların içinde, ya da Tanrı’nın elinin altında bir dağ göründü. “Babadağ” olmalıydı bu. Çok bilinen bir dağ. Belgesellerde rastlamıştım. Isparta’dan sonra 120 kilometrelik bir dağ yolunu dolana dolana, tünellerden, uçurum ve yemyeşil bir gölün kenarından geçerek ovaya indik. Bu düzlüklerde her yer sera. Çiçek, sebze ve meyve bahçeleri… Her şey sisin altında, beyaz naylonlarla örtülmüştü. Böylece saat üçe doğru yeni mekânıma, Antalya S Tipi Cezaevi’ne varmış oldum. Aramalar, fotoğraf, parmak izleri derken bir gece geçici koğuşta kaldıktan sonra arkadaşlarımın olduğu bir odaya verildim. Burada toplam sayımız -10 kişi ağırlaştırılmış müebbet tek hücrede olmak üzere- 70 kişiyiz.

                Artık buradaki ikametim ne kadar sürer, meçhul. Devlet isterse yine “tayinimi” çıkarabilir. Ama ben yarın gidecekmiş ve hiç gitmeyecekmiş gibi apayrı duyguları dengeleyerek yaşıyor, günlerimi öyle geçiriyorum.

                Benden haberler şimdilik bu kadar.

                Nisan-Mayıs 1945, Berlin kuşatmasını anlatan “Berlin’in Düşüşü” (Antony Beevor)’in kitabını okumuştum. Rus-Kızılordusu’nun doğudan Borodino Harekatı’yla yaklaşmasını ve ABD-İngiltere’nin Normandiya üzerinden batıdan şehre yaklaşmasını anlatan güzel bir tarih kitabıydı. Tarihin en büyük savaşı deniyor. Sovyet Mareşal Jukov, Kızılordu’nun başında. Kitapta çok trajik sahneler vardı. Bir ülke, faşist iktidarın hükmü altında yerle bir oldu, fakat 10-15 yılda müthiş bir zekayla yeniden diriltildi.

                Karttaki Rilke şiiri için ayrıca teşekkür ederim. Rilke, Nelly Sachs, Anne Frank gibi yazarları severek okurum. Rilke’nin birçok şiirini ezbere bilirim. En çok da sevdiğim:

“Nice yaşlar, nice çağlar sonra

bir ormanda yol ikiye ayrıldı

ve ben, ben gittim daha az geçilmişinden

ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.”

                (…)

                Yine de umut direnenlerde, mücadele edenlerde, bizlerdedir.

                Son sözü hep umuda dair olur direnenlerin. Sizler de düşlerinizin gerçekleşmesi umuduyla, tutkuyla ve özgürlükle kalın.

                Barbara ve Willi, ikinize de yürekten selam ve sevgiler.

Murat TÜRK

S Tipi Hapishane A-34

Döşemealtı/ANTALYA