Tokat hapishanesinde yazılan bir öykü: "YAPRAK VE RÜZGARIN DANSI"

YAPRAK VE RÜZGARIN DANSI...

            “Ben bir yaprağım. Hangi ağacın yaprağı olduğum önemli değil. Bir bahar sabahı ait olduğum ağacın tomurcuğa durmasıyla yeşermeye başladım. Ağacım yağmurla beslenirken, ben damarlarından bana ulaşan hayatla yeşeririm. Dalımda açar, acele etmeden büyürüm. Büyüdükçe, kış boyunca kurumuş, çöle dönmüş ağacımda hayat yeniden başlar. Rengim hayatla özdeştir. Ağacı büyüleyici kılan ben ve kardeşlerim bir de gölgemizde büyüyen ağacımızın meyvesidir.”

            “Yağmurlarla ıslandığımda parlarım, güneş sıcağıyla besler, toprak canıma can katar. Damarlarımda hayatın sırları gizlidir, rüzgar yanaklarımı okşadığında, baş döndürücü kokusuyla dudaklarımın kıyısında dolandığında artık aşk zamanıdır. Hangi yaprak dayanabilir ki rüzgarın davetine. Kim istemez ki kanatlanıp, onunla özgür enginliğe uçmayı? Ancak ben direnirim bu çağrıya, henüz ait olduğum ağaçtan beni koparıp alacak kadar tutku yüklü değildir isteği. Rüzgarla aşk dansımız böyle başlar. Aşk uzağı yakın ederken. Yanıbaşındakini özlemektir. Beni gerçekten sevdiğine inanmak, yüreğindeki sevgiden emin olmak isterim. Uzağı yakın kılmasını, beraberken bile beni özlemesini dilerim. O, kendi dilinden şarkılar, şiirler söyler, serenatlar sunar, kalbimi çalmak, yüreğimi yerinden oynatmak ister. Bahar benim cilve, naz ayımdır, ter ü tazeyim, reçineyle ballıyım, rayihamla çalımlıyım. Rüzgar da en az benim kadar coşkuludur, bazen çıldırtır, delice estiririm onu aşkımdan, çılgına dönse de yine kopmam dalımdan.

            “Baharda yaprak dalda güzeldir. Rüzgar gâh uğuldar gâh buğuldar, ne gecesi kalır ne gündüzü ama yüreğim halen dalımda atar. Hercai değilim, şıpsevdi de, aşka iman edenin gerçek sevgisini göstermesini beklerim. Kolay vazgeçeni, bir çırpıda geçeni değil, derdimden divane olup serdengeçeni, esriyip mey ile birlikte eseni isterim. Yine de kopamam dalımdan, ağacımdan, vazgeçemem yurdumdan.”

            “Rüzgarda vazgeçmedi dansından ve aşkından. Dans bir aşk ritüelidir. Aşkın müzik ve bedenle anlatısıdır. Yedi iklim dört mevsimden nefesine kattığı ezgilerle başımı döndürdü, aklımı başımdan aldı, öyle bir an geldi ki, dalımdan kopmamak için zor tuttum kendimi, umudun ezgisini, vuslatın nağmesini, hasretin bestesini, özlemin destesini, güzelin nefesini, her şeyin enfesini sundu. Elinden tutmamı, birlikte kainatı dolaşmayı, beni hayallerimin yolculuğuna çıkaracağını söyledi. Vaatleri bile çiçek rayihaları taşıyordu. Kendimden geçmemek için zor dayanıyordum içimden yükselen dalımdan kopma arzusuna. Her gece bir diyardan heybesine doldurduğu masallarla çıkıp geldi, kadim zamanlardan epeski destanlar getirdi, öyle çok hikaye birikmişti ki sesinde, hiçbirini bitiremedi. ‘Bütün bunlardan bir aşk masalı yapalım, seninle bu cihanı birlikte dolaşalım’ dedi. Islığıyla çaldığı şarkılar büyüledi beni, incecik damarlarımda gezinen nefesi beni hülyalara, rüyalara, olmadık, kurulmadık düşlere götürdü. ‘Hakikat’ dedi. ‘Seninle sonsuza dek aşkla dans etmektir. Sen ki dalından kopmaz, ben ki eşiğinden ayrılmaz. Bitsin artık bu cilve-naz!’ dedi.

            “Oysa bendeki ne cilve ne naz, yüreğim aşkınla yanıyor alaz alaz. Dansın etti beni muaz, içime düşürdüğün hakikat yükseliyor yalaz yalaz. Lâkin her aşk, kıvama erene kadar çektiriyor cefa ve yaşatıyor maraz. Bilmez misin bütün kadim aşklarda vardır sınama ve taraz, varılacak yerdir menzil-i arz. Böyle söyleştik günlerce, gecelerimiz peş peşe dizildi ince ince. Biliyordum dansımız sürse de sessizce, nihayetinde tamamlanacak aşkımız vuslata erince. Her kavuşmanın bir ayrılık, her ayrılığın bir başlangıç olduğunu öğrenmiştim geçen mevsimlerce.

            Vazgeçmemek aşkın gerçek kaidesi, dans aşkın şahidi, rüzgar yaprağın talibi. Aşık ile maşuğu buluşturan yoldur, o yolu güzel kılan sevgilinin uğurudur. Yolundan dönmeyenlerdir gönül kapısından geçenler, tamamına erenlerdir, tereddüt etmeden aşka gidenler. Uçsuz-bucaksız bir çöl olsa da engel, derya-denizler yükselip yaşansa da med-cezirler, nehirler coşsa dağı, taşı önüne katıp aksa da seller, zaman üstümüze yıksa da keder yüklü günler. Rüzgar gibi terk etmemektir yâr diyarını.”

Ve Yaprak şarkı söyledi:

“Esme Rüzgar, esme Rüzgar

Alnımı yalayıp gitme

Başımda yine yangınlar

Alevlerimi dağıtma

Boşa harcama hızını

Kırma dalların sazını

Işıklı ayın yüzünü

Kara bulutla kapatma

 

Dağdan düşen sel gibiyim

Karla yüklü doğa gibiyim

Kurumuş gazel gibiyim

Beni döktür yarana

Sen deli efkarım deli

İkimiz de şaşırdık yolu

Bir anda baykuş misali

Ötme deli Rüzgar ötme!”

 

            Hiç uyumadı rüzgar, şarkıyı gönül levhasına astı, uyanmasını bekledi her sabah yaprağın. Bir gün kendisine eşlik edeceği hayaliyle yanıp tutuştu. Belki de sabırla beklemenin de bir sevme biçimi olduğunu anladı tıpkı vazgeçmemek gibi. Umudunu hiç yitirmedi sadece anlamaya çalıştı. Dalından kopmak mı, rüzgar ile birlikte kainatı dolaşmak mı? Hangisi daha zordu?

            Yaprak sakinliğe, dalında, uysal limanında mutedil yaşamaya alışmıştı. Alışkanlıkların esiri olanların aşkla sevemeyeceğini, tutkuyla bağlanamayacağını biliyordu. Yaprak öyle değildi, sadece cesaret edemiyordu, belki de güvenemiyordu. Rüzgar’ın kimbilir kaç yaprağa aynı vaatlerde bulunduğunu, hercai olduğunu, efil efil eserken çok aşklar yaşadığını o yüzden de peşine takılırsa belki kendisi de vuslat yerine hüsran yaşayacak, üzülecek, kederler içinde gözyaşı dökecekti. 

            Sevgi güvenmekti aşk inanmaktı. Rüzgar, yaprağın kalbinden geçenleri okuyabilecek basirete sahipti. Ne de olsa kadim zamanlarda tanrıya eşdeğerdi. Yaprağ’a seslendi:

            “Kalbinden geçeni, aklındaki şüpheyi biliyorum. Ben Rüzgar’ım! Delice eserim, çok güzel çiçeklerle, yapraklarla karşılaştım. Bazılarına baktım ama kalbim hiçbirinde sana baktığımda, çarptığı gibi çarpmadı, atmadı. Seni ben değil kalbim tanıdı. Kalbim ışığımdır! Onun tanıdığı ve bildiği benim kabulümdür. O şaşmaz, yanılmaz ve asla vazgeçmez. Bir kuş bin dala konar ama birinde yuva yapar. Nefesim tüm yaprakları okşar ama sende karar kılar. Nefesim kalbimdir, kalbim aşkımdır, o da senindir. Şüphe ve kuşku asla yanaşmasın kıyına, tutarsan elimi varacağız vuslat diyarına. Sen sadece güzel değil bilgesin. Güzellik bilgelikle taçlanınca aşk da sultan olur. Cihana. İnan bana birlikte çok mutlu olacağız, uçup-duracağız asumanda”.

            Yaz mevsimi gelmişti, sararıyordu Yaprak! Ter û tazeyken, yemyeşilken, şiirler, şarkılar dizen Rüzgar, bakalım şimdi ne yapacaktı? Hala ona eşlik edip, dansa davet edecek miydi? Yaprak dile geldi.

            “Soldum işte, sarardım. Artık gidersin yoluna, aşkın da solar, rengim gibi!”

            “Bilmez misin güneş de batarken sararır, sen de doğarken güneş gibi kalbime, batarken ufkunda kalbimin işte böyle sapsarısın. Aşk sarıdır. Sen gibi arıdır!” dedi Rüzgar.

            Yaprağın kalbi artık ikna oldu. Aşk dediğin, hamken pişmek sonra da yanmakmış meğer. Koptu dalından, uçtu ağacından, Rüzgar divane aşıklar gibi dansa tutuştu sevinçten, kahkahalarla gülüyorlar, kendilerinden geçiyor, yaşadıklarına, inanamıyorlardı. Aşk mucizedir! Gözlerine ve kalbine inanamamak ve serdengeçtiliktir. Mutluluk aşkın şarabıdır, dans ile mayalanan. Ağaç ve diğer yapraklar mevsimler boyu şahit oldukları bu hikayenin böyle güzel sonuçlanmasından dolayı sevinçliydiler. Rüzgar’ın aşkı Yaprağ’ın onlardan ayrılması bir parça hüzün yaratmış olsa da, böylesine tutkulu bir aşka tanıklık etmiş olmak onların da kalbine aşk ateşi düşürmüştü. Birgün belki de başka bir rüzgar gelir onlara da böyle çılgınca bir aşk hikayesi yaşatabilirdi. Her yaprak kendi rüzgarını bekler! Her yaprak bunu hayal eder oldu artık. Aşk bulaşıcıdır. Kalplere tohumunu eker, gider. Bereketli topraklarda güzel açar, verimsiz olanda ise erkenden solar gider. Ama şimdi şahane bir ritüel vardı karşılarında. Aşk dansı muhteşemdir. Rüzgarın müziği, Yaprağ’ın Figürleri ile aheng ve uyum içinde buluşuyor, hava aşka kesiyordu. Gökkuşağı aşk armonisiyle ışıldıyordu. Göz göze geldiklerinde nereden geldiği belli olmayan kelebekler uçuşmaya başladı etraflarında. Demek ki aşk; tutkulu bakışlardan Kelebek uçurabilmekmiş.

            Ve aşk yolculukları başladı. Aşk yolculuktu! Alıp, başını gitmekti, dönüp ardına bakmamaktı, hiçbir şey sormadan sevdiğinin ardına düşmekti, inanmaktı. Yaprak yeniden doğmuştu, kendini hiç bu kadar özgür hissetmemişti, aşkın zamanı bükebildiğini, zamana kendi rengini verebildiğini gördü. Tanrıça ya da Tanrı’nın gerçek, sırlı, gizli ve bilinmeyen adının “AŞK” olduğunu öğrenmişti. Kalbin ışığının aşk olduğunu haykırmıştı. Yaprak kâh bulutların üstünde kâh suların yanağında ama hep rüzgarın kanatlarında uçup durdu.

            Rüzgar ise, artık ölümsüzlük iksirini içmiş, içinde patlayan volkanın coşkusuyla kendinden geçmişti. Yaprağ’ının damarlarında dolaşıyor, ayaklarının yere değmemesi için nefesini sonsuzca üflüyordu. “Sabrın meyvesi, umudun goncası, beklemenin hasadı, vazgeçmemenin ödülü aşktır!” dedi Rüzgar. Söz verdiği gibi, ayaklarını yerden keserek Yaprağı diyar diyar gezdiriyordu.

            Dağlarda dolaştırdı Yaprağ’ı, bir savaşçının hayallerinin içinden geçtiler, kısraklarla birlikte koştular, dağ kelebeklerinin serenadına tanık oldular, bir Koçer kadının meşkinde demlediği şiir imgelerini mayaladılar. Köyleri gezdiler, toprağın bereketiyle esridiler, yayla-yayla süt sağan berivanların neşelerinden şarkılar bestelediler. Dereleri, nehirleri geçtiler, suda şavkıyan aşklarına suya yazılmış şiirlerinden destan yazdılar, deryada balığa eşlik ettiler. Şahikalarda alemi seyre daldılar. Koca dünyanın ne kadar küçük olduğunu gördüler aşkları karşısında. Karlı zirveleri aşk ateşiyle ısıttılar. Çobanların unuttuğu son ezginin aşkları olduğunu hatırlattılar kaval çalanlara. Gölleri hapsoldukları çemberden kurtarmak ve özlemini duydukları denize ulaştırmak için aşklarından yol yaptılar. Kuşlarla uçtular, kanatlarına yazılı saklı aşk imgelerini toplayıp sevenlerin başına çiçek yaprakları gibi saçtılar, yıldızlar onları bekliyordu, söyleşip durdular, gecenin ışık kanatlı kuşları için aşklarını hikaye ettiler, yıldızlar o hikayeyi ışıklarıyla gecenin karanlığına yazdılar. Gümüş varaklı gökyüzü defterinin sayfalarında aşıklara yer açtılar.

            Şehirlere indiler, tuzaklarla doluydu. Evine ekmek götüren işçinin yoksullukla sıkışan kalbine dokundular, evine götüreceği ekmeği olmayanların gözyaşlarına ortak oldular. Yollar, yılların eskittiği nice biçarelerle doluydu, ezilenler, eziyet görenler, iktidar denilen mendeburun elinde inleyenlerin içlerinde biriken öfkeyi hissettiler. En çok kadınlarla dostluk kurdular, en iyi onlar anladı aşıkları. Kimi erkek şiddetinden kimi muktedir zulmünden muzdaripti. Hayatlarına kıyılan, canı en çok yananlardı kadınlar. Nice sahte aşkların, tuzak dolu lafların kurbanı, umudu gözünde kalmış kadınlar. ‘Ölmek istemiyorum’ çığlığı kulaklarında çınladı, yavrusunun gözü önünde delik-deşik edilen anaya ağladılar.

            O kadınlar ki; kainatın vicdanı, kalplerin merhameti. İkinci isimleri olmuş ölümle anılan. Halbuki en eski zamanlardan beri adı yaşam olan. Ama direngen ama dirayetli ve asla erkeğin yazdığı kadere teslim olmayan Kadınlar; ana, yâr, aşık, kardeş… Acısız ve şiddetsiz, cinayetsiz ve katilsiz yaşamayı en çok hak edenler. Aşklarının en güzel tezahürü ve taşıyıcısı kadınlar.

            Çalışanlar gördüler fabrika önlerinde, atölyelerde, hiçbir güvencesi olmadan her gün ölen, emeğiyle gülen. İşsizler gördüler hayatla cebelleşen, gözlerinde umutla kapı kapı dolaşan, kimsesiz insanlar, sahipsiz hayvanlar…

            Çok şey gördüler şehirlerde, şehirler cehennem! Aşkı unutanları gördüler, hor görüp küçümseyenler, kurumuş hayatlar, göz pınarları çöl olmuş gözler, hayalleri gözlerinde donmuş ölüler. Tenini haraç-mezat satanlar, bir de ruhunu beş kuruşa peşkeş çekenler. Kuytu karanlıklarda pusu atmış hainler, birazdan kardeşini boğazlamaya hazır katiller. Hayatı insana zehir eden madrabazlar, üç kuruşa takla atan şarlatanlar.

            Nefessiz kaldılar, neredeyse aşkı unutacak, derdi başa saracak hale geldiler. Sevgi adına yapılan gösterilere kananlar, birbirini kandırmayı marifet sananlar, aldatmayı meziyet, sadakati eziyet görenler, nice zalimler… Hepsini gördüler…

            Zindan diplerinde vuslat aşkıyla yanan maşukların kalplerinde şiir, dillerinde imge oldular. Yeniden aşka iman, sevgiye inanç getirdiler. Her şeye rağmen aşkın güzel olduğunu onların gözlerinde parlayan ışıktan okudular.

            Ve Yaprağın sözü döküldü dile yeniden:

            “Çocuklar koşturdu peşimizden, eğlendiler doyasıya sevgiden. En güzel zamanlarımız onlarla oyunlar oynadığımız ve coştuğumuz anlardı. Çocukların masumiyeti aşkımızın bir benzeriydi. Keşke her varlık hep çocuk kalsaydı, hiç büyümeseydi dedik içimizden. Minik parmaklarıyla dokundular bizlere, alıp yeniden fırlattılar bizi gezindiğimiz aşk cennetine. Tatlı tatlı gülüştüler, bizimle eğlenince, boydan boya sevince kestiler beraber kaldığımız sürece.

            En haylazları öğrencilerdi, peşimden koştular öylece, yakalayıp, defterlerinin içine hapsetmek istediler gizlice. Rüzgar anladı niyetlerini, ne kadar saf da olsa istekleri, aşkını kaptırmadı muziplere, kanatlandırdı beni, tutsaklık zincirinden kurtuldum böylece.

            Dansımız farklı hayat patikalarında gezdikçe mahzunlaştı, hüzün bulaştı aşkımızın yazgısına, oysa biz masumduk. Başka yazgılara dokundukça durulduk, dertlere yol aldıkça hayata tutunduk, çok direndik, düşmemek için umarsızlık ve çaresizlik girdabına.

            Sararmıştım bu arada, kuruyordum güz mevsiminde havada. Toz, töz olup Rüzgarla bir olmaya hazırdım artık. Her şeye rağmen dansımız aşka, aşkımız özgürlüğe, özgürlük ise hakikate taşıyordu bizi. En güzel dansımızı yaptıktan ve şarkımızı söyledikten sonra Rüzgarla birleştim, toz oldum, her zerremi  ona bahşettim. Ben Rüzgar, Rüzgar Yaprak oldu. Birbirimizde eriyip, yok olduk sonra berabere savrulduk, cihana göz olduk. Hayata öz olduk.

            Dansınız bizimki gibi daim, aşkınız kaim, özgürlük arayışınız hakikatle buluşsun.”

            Hakikat ötekinde yeniden varolmaktır!

            Aşk ve dans hakikatin ritüelidir.

SEYİT OKTAY

T TİPİ CEZAEVİ

TOKAT