İnfazı yakılan tutsaklardan Fecriye Benek'ten yeni bir öykü: "ÖYLE ÇOCUK SİLÜETLİ OLDUĞUMA BAKMAYIN!"

ÖYLE ÇOCUK SİLÜETLİ OLDUĞUMA BAKMAYIN!

                Belki kayda alınmamış bir adres gibi, hafızanızdan silinmiştir yaşadıklarımız!.. Ama yakıcı bir dirilikte bende duran o gerçeğin arşivinden sesleniyorum sesimi duyurmak için.

                Bunun için yaşımdan büyük sözler söyleyeceğim!..

                Korku imparatorluğunun zihin dalgasında Kürt olgusu çağın nefreti olarak işlem yapıyor. Dedim ya, yaşımı ve hacmimi aşan sözler telaffuz edeceğim. İki oluş hali beni bu büyük sözlerin gövdesinden tutmaya sürüklemiştir. Hani eğilmez bükülmez aklın ‘kutsal’ yasalarında “suça itilmiş çocuk” diye tanımlanır ya? Ondan da öte bir durumdur benimkisi. Çünkü o malum tanımın kriterlerine uymuyorum!.. Dahası, varlığımın kendisi zaten “suç”tur!

                Neden mi?

                Elbette ki, Kürt ve çocuk olmaktan! Korku imparatorluğunun cümle şarlatanları gözlerinizin içine bakarak çağın laneti ve nefreti olarak ilan etmedi mi?

                Şaşırdınız değil mi?..

                Minik bedenimin yüklediği sözlerin ağır tonlamasına… Bütünleyemiyorsunuz. Zaten bilinç formu düşük işleyen ve çoğul durumda olan işlevsiz gerçekliğin anlam damarında akmasını beklemiyorum!..

                Arena misali, şehrimde aylarca kızıl kıyamet türünden hoyratlık sopasını sallayarak gerçekleşen azaplı kıyım… Ve enkazların arasında yükselen onurun ve insan olma vasıflarının sesi olan Mehmet Tunç ağabeyimi duymak istemeyen çoğunluk değil misiniz? Üç maymun misali, ölümün soğuk teni gibi sessizliğe gömülmediniz mi?..

                Bir gün Kürt dostluğu adına tarihin hakikat kapısını çalma gücünü bulabilecek misiniz bilmiyorum? Lakin ‘AN’ haliyle kilit üstüne kilit atılıyor birlik olma potansiyeli taşıyan kapılara…

                Bu arada seyir kitlesinin cümlesinin göğü aydın olsun! Korku imparatorluğunun şehrimde sergilediği “maharetler” sayesinde “Bodrum enkazları” diye yeni bir vahşet kavramı ilave oldu literatürünüze. Üstelik öldürme metotlarında yenilik kazanmıştır.

                Sizler uzaklarda ‘seyir’ pozisyonundayken şehrimde sergilenen yüksek dozlu manzaralar bir dram oyunu değildir. Ya da bir asır önce resmedilen Picasso’nun Guernica tablosu hiç değildir. “Uzaklarda yaşandı gibi bir algı yanılsaması yaşamasın çok “bilmiş” aklınız. Yüreğinizin sol yanı kadar yakınınızda yaşandı mahşeri günler. Ve en keskin işlenen haliyle…

                Dehşetin-vahşetin cambazca gerçekleşme halinin tanımı var mı sizde bilmem?.. Ama empati kurma yerine nutuk vermede hayli cömertsiniz. Lakin nutuklara itibar etmeyecek kadar kendi olmayı bilmiş, bilinç nurlu halktır. Kırk yıllık deneyimlenmiş mücadelesinin her adımına canlar bahşedilmiş ve özgürlükte öz bilince mazhar olmuş bir topluluktur.

                Gerçek kardeşleşme hakikatinin büyüklüğü uğruna canlarını ortaya koyanlara kesilen faturanın içerdiği gayeyi başka türden ve renkten gösteriyorlar. Bölünme fobisiyle hayli sinsi örülen bir formülasyonla lanse edildi yaşatılanları…

                Ne yazık bu yapay tuzağa yatay düştünüz. Bu topraklarda kendi olmanın bedelinin çok ağır ve acı bir şekilde ödettirildiğini görmediniz. Ya da görmek istemediniz. Haliyle en yakıcı pay biz miniklere düşüyor.

                Oyuncak yerine avcumda patlayan-yakan cisimler, yemek yerine toz, toprak, su yerine yakıcı sıvılara maruz kalıyoruz biz minikler. Uyurken masal dinlemek, uyanıkken çizgi filmin şen şakrak maceralarını izlemek yerine; yetişkinler gibi haberleri izlemek haliyle daha Anne demeyi bilmezken politik kavramları kullanmaya geçiş yapıyor zihnim. Siz pek duyarlı büyükler sayesinde…

                Garipsediniz değil mi?

                Böyle politik argümanlara aşina olmama? O vakit şaşırmaya devam edeceksiniz. Öyle çocuk silüetli olduğuma bakmayın! Ruh iklimime büyük geçiş yaptılar bodrum enkazlarında…

                Bodrum enkazlarına her dokunduklarında sonu gelmez acının paralelinde, destanlara mahsus kahramanlıklar geçiş yaptı tarihin sayfalarına… Yaşamın şah damarında şenlenen ölümün sınavında seksen gün boyunca geçit verilmedi. Üstelik her günü bir asra bedel olan zaman yolunda çoğunlukla aç ve susuzluk kılıcının altındaydık. Su yaşama duyulan hasret kadar etkiliydi bodrumlarda…

                Mehmet ağabeyimin güven tınılı gür sesinden ve ruhunun cesaret bahçesinden beslenirdik. Eylem ablanın pınar gibi akan stranları ve Feride ablamın yürek cennetinden okuduğu şiirlerle yaralarımız pansumanlanıyordu. Susuzluğumuzu unutuyorduk. Osman amcam ise can ağrımızı unutalım diye trajikomik fıkralar anlatırdı…

                Gülerdik!..

                Ama uzun sürmezdi gülmemiz!..

                Yedi yirmi dört bedenimizde ölüm ile yaşam, iki haşin savaşçı gibi birbirine kılıç çekiyordu. Durdurmak için sürekli efor harcıyorduk. Zaman mesafesini daralttıkça Mehmet ağabeyim umudun inanç suyundan avuç avuç yüreğimize serpiyordu…

                Dışımızdaki atmosfer hep karanlıktı! Etrafımıza çöken karanlığı aydınlatacak bir ışık hiç yakılmadı. Çok bekledik, ama hiç olmadı!..

                Oysa toprağımın doğusundan batısına bakan bir avuç sımsıcak yaşam tebessümüydük.

                İnsanın iyilik yetisini ruhunda taşıyan Asya ablam ve Mehmet ağabeyimin söz ve ses verme eylemi birden fazla anlam taşıyordu. Ama duymak istemeyenler her gün çoğalıyordu. Duymayanlar çoğaldıkça zulüm ödül alıyordu!.. Ve ölüm doğal bir hal alıyordu.

                Enkazların altında acıyı umutla iyileştiriyorduk…

                Sahi, keyfi sefa içinde olan ‘seyir’ kitlesi; Şehrim Cizîre Botan’da yaşatılan kıyım mahşerinin sebebi neydi diye hiç kendinize sordunuz mu?.. Tabii, doğru soru, gerçeğin kalbine değer ya? Veya “doğru sözü doğru davranış takip ettiği zaman anlam kazanır’ ya? Bunu da siz pek ‘muhterem’ büyüklerden öğrendim!..

                Korku imparatorluğunun üst perdeden gerçekleri manipüle etme sesi dışında, başka tonda ve renkte ses işiteniniz olmadı. Öyle ya, üç maymun formülasyonu eşsiz işliyordu. Bu sessizliğin basıncından kardeşlik köprüsünün temeli çok ince damardan kırılıp yıkıldı işte!.. Tarihin bağrında birikmiş olan emek ve fedakarlık görünmeksizin bağlar yabancılaştırıldı…

                Oysa şehrimde haykırılan şey, insanca bir yaşamın özlemi ve isteminin öz irade beyanıydı. Yani kendi olma istemi. Kendi dilimde okula gitmek, çizgi film izlemekti. Kendi dilimde ağlamak ve gülmekti… Böylesi tevazu bir yaşam ahlakı kime zarardır, kimin yerini daraltırdı ki?..

                Bu yüzden üzgünüm yaşımdan büyük söz söyleme suçuna sizlerin sessizlikte süren gamsızlığının payı hatırı sayılır düzeydedir.

                Beden bütünlüğü olmayan bir çocuk olma suçlusuyum! Bu durumda olanımız çoktur viraneye dönen toprağımın şehrinde!..

                Bitmedi!..

                Geliyorum çocuk olmaktan, suçlu olmaktan!..

                Yolum uzun, tarihin cefasını adımlıyorum. Avuçlarım acılı. Minik ayaklarıma acının zinciri takılı. Ben bana ağır ve her şey bana ağırdı…

                Evlerimiz boydan vuruldu. Ağladığım çok oldu karanlık çemberi daraldıkça… Annemin kucağında olmak istiyordum. Ama Annemin bedeni günlerce sokakta kaldı…

                Soğuktu!..

                Bedeni bende üşüyordu Annemin. Gözleri ağlıyordu gözlerimde Annemin…

                Sokak hayvanları Annemin bedenini parçalamasın diye ona nöbet tutmak istedim. Ama beden bütünlüğüm yoktu!..

                Gidemedim…

                Bir parçam yıkıntılar arasında bırakılmış, bir parçam Dicle nehrine atılmış, bir parçam ise başka şehre sürgün edilmişti… Ve Dicle yanıyordu, Fırat gözyaşı akıtıyordu durmadan…

                Şehrimde yaşıtlarım sokaklarda saklambaç oynamıyordu. Ablaların, ağabeylerin cansız bedenleri iki ayaklı yaratıklarca parçalara bölünüp başka yerlere sürülmesin diye nöbet tutuyorlardı. Evlerimizi bir bir yaktılar ve ardından içindekilerle nehre döktüler.

                Çok korktum!.. Annem gibi, kimse bedenimin parçalarını bulamaz ve bir mezarım bile olmayacak diye çok ağladım…

                Korktuğumda gözlerimi kapar Annemi düşlerdim. Ne de olsa düşlerime erişemezdi iki ayaklı yaratıklar.

                Bayramlarda Annemle hep iki yere giderdik…

                Zindan ve mezarlık!..

                Bu yüzden bayramlarda şeker toplamaya gitmezdim. Sonraki zamanlarda başkaları bayramlarda mezarlığa bizi ziyaret etmeye geleceklerdi…

                Yaşımı tam olarak hiç öğrenemedim. Çünkü hiç doğum günü partilerim olmadı. Hediye aldığım oyuncağım olmadı. Oyuncak diye bildiğim ve çoğu kez ‘güm’ diye elimde patlayıp canımı yakan cisimler olurdu. Sonra birimizin ya ayağı, ya da kolu olmazdı. Hatta kimimizin üstüne bir tomar toprak yığılırdı.

                Gözlerimi kapayıp Annemin sesinden masal dinlemeyi hayal ederken yine ‘güm!’ diye yeri göğü inleten sesler geldi. Demek ki Annemi hayal etmek bile iki ayaklıları öfkelendiriyordu.

                Korkuyordum…

                Her korktuğumda minik ellerimi hemen avuçlarına alıyordu Eylem ve Feride ablam. Mehmet ağabeyim “Bizi Babek gibi parçalara ayırmak, Hallâc-ı Mansûr gibi cayır cayır yakmak istiyorlar. Ama biz onurun, erdemin hakikat şerbetini içeceğiz. Ve Pir Kemal’ler gibi ser verip sır vermeyeceğiz!..” diyordu.

                Ben anlamamıştım. Sonra Mehmet ağabeyime ve bizlere ne yaptıklarını yaşayınca anladım. Zaten hepimize “terörist” diyorlardı.

                Sahi, sizler de bizi “terörist” olarak mı görüyordunuz? Değilse o vakit refleks donukluğunuzun izahı nedir?..  Bizi topyekün “terörist” gören zihniyet esas terörist değil midir? Daha Anne karnındayken malûm “terörist” eğilimle katlimizi “vacip” gördüler. Ama kimse görmek istemedi bu vahim ve saplantılı aklın yaptıklarını…

                Oysa Doğu’nun Batı’sıyla kardeşliğin fay hattı kırılmasın diye Annem gibi kadınların canından bir can toprağa verirken bile “barış kardeşlik” sözünü en gür sesiyle haykırıyorlardı.

                Barış ve özgürlük sevdası toprağımın kadınları, her daim en etkin ses olmuştu. Öyle ki insanın yüreğine ezgi gibi akardı. Canını verir ama biat etmeyi kabul etmeyecek kadar eylem asileridir.

                Bundandı en çok kadını vurdular, hırpalayıp onursuzlaştırmak istediler. Kadının irade sağlamlığı ve toplumsal bilincin duruluğu yaşamın ilkesi, ruhu, sağlığı, şifası oluyordu. Çünkü toprağımda zamanın ruhu kadında anlama kavuşuyor. Bu erdemli ışıltının gücünden duyulan korkudur. Bodrum enkazlarında sayısını aklımda tutamayacağım kadar çok kadın; Eylem, Feride ve Asya ablam gibi direnişin yaşam iksiri gibi, sonsuzlukta birer yıldız olup parladılar… Bu yüzden bodrumlarda direniş ruhunu söndüremeyince komple yakarak ortadan kaldırdı iki ayaklı yaratıklar…

                Son yakılan bodrum alevleri göklere yükseldiğinde sekseninci günümüz geçmiş zamana dahil olmuştu…

                Feride ve Eylem ablamın elleri üşüyordu artık… Minik ellerim ise boşlukta sallanıyordu…

                Her korktuğumda gökten bir yıldız gibi karanlığı aydınlatan Mehmet Tunç ağabeyim gelip alnımdan öpemedi bir daha…

                Üşüyordum artık…

                Yaşımdan büyük söyleyeceğim son sözümdür!..

                Biz direnmeyi huy edindik. Bizi yakanlara dert olsun! Susanlara ise utanç olsun!..

Fecriye BENEK

M Tipi C.İ.K A-7

BAYBURT