Demirtaş’ın yüzdüğü deniz

​​​​​

Eşine az rastlanır bir siyasetçi olarak el attığı her işe özen gösteren, kendi emeğinin kıymetini bilip hakkını veren Selahattin Demirtaş, Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi’ndeki hücresinde, Efsun’la bir kez daha edebiyat tünelinden geçerek uçsuz bucaksız denizlere doğru kulaç atıyor.

03 Ekim Pazar 2021   Saat: 00:00

Uçsuz bucaksız bir denizde dilediğiniz yöne doğru kulaç atarak yüzmenin verdiği bedensel özgürlük hissi ile, edebiyat yapmanın, apayrı dünyalar kurmanın, roman yazmanın verdiği zihinsel özgürlük hissi birbirine benziyor olmalı.

Üstelik yıllardır hapishanenin soğuk duvarları arasına sıkıştırılmış bir insan açısından, zihinsel tünel yaratıp dilediği anda oradan çıkabilmek çok daha eşsiz ve özgürleştirici olmalı.

Sevenlerinin hemen her gün “Selahattin Demirtaş’ı serbest bırakın” yollu taleplerine Demirtaş, zaten özgür olduğunu, dört duvarı çoktan aşıp memleket sokaklarında dolaştığını yeni romanı Efsun’la neredeyse ilan ediyor. Karşısında hazır olda duran danışmanlarından devşirdiği hamasi nutuklarla değil, “sıradan” görünen ama aslında inanılmaz girift bir “aile” hikâyesini dört duvar arasında örme ustalığını göstererek yapıyor bunu. Nitekim Efsun’u okuyanların da fark edeceği gibi Demirtaş siyasette olduğu gibi edebiyatta da artık ustalık dönemine geçtiğini gösteriyor.

 

Efsun, Selahattin Demirtaş, 244 syf., Dipnot Yayınları, 2021.

Hasımları onu dört duvar arasında tuttuğunu zannederken Demirtaş yeni romanında İstanbul’dan başlayıp Edremit’e, Gümüşhane’ye, Beyrut’a, Girit’e uzanan geniş bir coğrafyanın sokaklarında, fakirhânelerinde, köşklerinde, plazalarında, deniz kıyılarında, heyecanlı bir motosiklet gezintisine çıkıyor ve okuyucuyu, ustalıkla ördüğü romanın peşinden sürüklüyor. Bunu yaparken siyasetteki konumunun, mahpusluğunun esamesinin okunmaması, Demirtaş’ın kendisine nasıl bir özgürlük sahası yarattığını daha iyi anlatıyor.

Böylece Demirtaş “adil bir dünya için” bedensel olarak sarayda değil, uçsuz bucaksız bir zihinsel denizde yüzmek gerektiğini, beş yıldır bulunduğu hapishanede kanıtlıyor.

Edremit kıyılarına nazır bir çiftliğin sahibi olan toprak zengini Bakır Ağa’nın iktidarsızlığının üç kuşağa yayılan ağır bedelinde buluşan Caner’in, Efsun’un, Kenan’ın, Kızıl Kaptan’ın, Kibar’ın, Sinem’in ve Mercan’ın yaşam öyküleri, yazarın sırlara yaslanarak kurulan aileye, büyük yalanlarla dik tutulan, herkese büyük bedeller ödeterek sürdürülebilen erkekliğe dair hesaplaşması kadar, doğruyla hakikat arasındaki ince çizgiye dair sorgulaması olarak da okunabilir.

Demirtaş, İstanbul’un bıçkın delikanlısı moto-kurye Caner’in anlatısıyla başlayıp bir hikâyenin etrafında ne kadar farklı “doğru” ve “yanlış” olduğunu gösterirken tempoyu sürekli yükselterek okuru hakikat durağına kadar götürüp bırakıyor. Kendi iktidarsızlığı nedeniyle üç kuşağın hayatını aynı düğüme bağlamış Bakır Ağa’nın bıraktığı enkazı el birliğiyle kaldıranların başını elbette kadınlar çekiyor Efsun’da.

İktidarını iktidarsızlığı üzerine bina etmiş Bakır Ağa’nın birbirinden farklı doğrularda düğümlediği hayatların ancak hakikatte birleşebildiğini, ortaklığın doğrulardan değil gerçeklerden başlanarak kurulabildiğini gösteriyor Efsun.

Çünkü romanda, adalete açılan kapı herkesin kendi doğrusundan değil, dayanışmayla, sevgiyle, aşkla, mücadeleyle keşfedilen hakikatlerden geçiyor. Fakat hakikat ortaya çıkana, yalanlar ifşa olana kadar bir sürü hayat heba olup gidiyor.

Demirtaş gibi beş yıla yakındır hapiste tutulan Kürt siyasetçi Sebahat Tuncel’in, birartibir.org için yaptığımız mektup-söyleşide Stefan Zweig’den aktardığı gibi, “yalanın bacakları kısadır ve zamanı aşamaz.” 

Efsun’da ne kadar geniş bir zamana, çetrefilli ilişkilere sızarsa sızsın, adalet arzusu var oldukça yalan muvaffak olamıyor. Hakikat iğneyle kuyu kazar gibi aranıp bulunduktan sonra adalete ve nihayet aşka varılıyor.

Olay örgüsü içinde okura, yazarın dikkatini sorgulatmak üzere sürekli açıklar bırakan Demirtaş, dalga dalga ilerleyen hikayenin arkasını ustalıkla topluyor ve toparladığı her yerde yeni “açıklar” bırakarak ilerliyor. Bu açıdan Demirtaş o bildik zekasını, espritüelliğini çok iyi kullanıyor.

Efsun’u, Demirtaş’ın önceki kitaplarından ayıran unsurlardan biri ise, roman boyunca “Selahattin Demirtaş’ın sesini” neredeyse hiç işittirmemesi. Çünkü Demirtaş’ın meselesi “kendisi” değil, olağan göründüğü halde kendi içinde sayısız kuytu köşesi, inanılmaz geçişkenlikleri bulunan hayatın, o hayat içindeki akışın bizatihi kendisi.

Böylece Demirtaş okuyucuyu hikâyenin heyecanına daha fazla odaklıyor ve romanın özgürleştirici formuna kendisini de kaptırarak edebiyat denizinin tadını çıkarıyor. Efsun’da bildik politik tiratlar, edebiyatı siyasi mesaj aktarma aracı olarak kullanma derdi olmadığı için Demirtaş, hem olayların içinde hem de üslupta dilediği gibi yüzüyor.

Aşka, sevgiye, dürüstlüğe, dayanışmaya karşı kıyıcı makina gibi çalışan erkekliğin nasıl bir bilgiyle, kurnazlıkla, hilebazlıkla işlediğini göstermesi bakımından Efsun, ataerkil sistem içindeki aileyi, evliliği sorgulamaya vesile oluyor. Daha da ötesi Efsun aslında sıkı bir babalık muhasebesi.

Belki de Efsun’da “büyük mesaj” arayanların bulacağı şey, ezmenin de baş etmenin de küçük hayatlardaki mücadele, direnç ve dayanışma sahalarında saklı olduğu ve bunun başını da kadınların, yeni kuşağın çektiğidir.

Bu nedenle muhtemelen Efsun özellikle gençler ve kadınlar tarafından çok daha fazla okunacak ve tartışılacak. Üzerine bizimki gibi yüzeysel değerlendirmelerin ötesinde yazılar da yazılacak. Ama Demirtaş siyasette olduğu gibi edebiyatta da kendisine dair ezberler kurulmasına müsaade etmiyor.

Eşine az rastlanır bir siyasetçi olarak el attığı her işe özen gösteren, kendi emeğinin kıymetini bilip hakkını veren Demirtaş, Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi’ndeki hücresinde, Efsun’la bir kez daha edebiyat tünelinden geçerek uçsuz bucaksız denizlere doğru kulaç atıyor.

kaynak: Duvar Gazetesi